“10 yılın en iyi 10 filmi” listesini yapmanın ve tam olarak doğru bir liste elde etmenin çok da mümkün olamayacağını biliyoruz. Özellikle geçen 10 yılda dünyanın dört bir yanından olağanüstü bir film yapımı bolluğu yaşandı, bu da beğendiğimiz pek çok filmi listeye dahil edemeyeceğimiz anlamıyor geliyor. Ancak bu liste, çeşitli nedenlerden dolayı gerçekten çalkantılı olan bu 10 yılı bizimle paylaşan filmlerden oluşuyor. Bu filmler sahip oldukları eşsiz vizyonla geçmişimizle, günümüzle ya da geleceğimizle konuşmayı başarıyorlar.
10. Princess Cyd (2017)
Nezaketi oldukça az hissedebildiğimiz bu zamanda, aşırı yapmacık bir kibarlıktan değil, gerçek sıcaklıktan, şefkatten ve en azından birini anlamak için gösterilen çabadan bahseden; yönetmen Stephen Cone’un bu küçük harikası hepimiz için bir avuntu haline geliyor. Bir gençle teyzesi hakkında olan bu film, Chicago’da puslu bir yaz boyunca birbirlerini tanımaya çalışan, kendi endişeleri ve ihtiyaçları olan iki farklı insana odaklanıyor.
Princess Cyd, küçük hayatlarımıza düşünceli bir ses veren ve bu süreçte kendimizi büyük, önemli, hatta derin hissettiren acı verici insancıllığı ile dikkat çekiyor. Cone’un filminde hüzünlü bir hassasiyet fark ediliyor. Karakterler akıllı ve ilgi çekici insanlar olmasına rağmen asla kendilerini gerçek dünya için yeterli olarak hissetmiyorlar. Jessie Pinnick genç Cyd rolünde, evden uzakta geçirdiği zamanını cinselliğini keşfetmek için kullanan ve trajik bir geçmişe sahip olan futbol oyuncusu olarak müthiş bir performans sergiliyor. Cyd’in teyzesi Miranda rolündeki Rebecca Spence, aktif bir ruhsal yaşamı olan yazar rolü ile belki de 2010’ların en sevdiğim performansını sergiliyor; akıllı, teselli edici ve meydan okuyan tavrı ile harikalar yaratıyor.
Birbirinden çok farklı ve en önemlisi birbirini hiç tanımayan bu iki insan birlikte zaman geçirmeye ve birbirlerini tanımaya başladıkça ortak bir noktada birleşmeyi ve aralarında çok özel bir bağ kurmayı başarıyorlar. Princess Cyd ikili arasındaki kültür farklılığını çok güzel bir şekilde yansıtıyor. Bağımsız yönetmen Stephen Cone’un ilk gençlik draması olan film, bir genç kızın sancılı büyüme hikayesini çok samimi bir anlatım tarzı ile izleyicileriyle paylaşıyor. Büyüme ve keşif hikayesi olmanın ötesine geçebilen Princess Cyd, karakterlerini cevaplarını bilmedikleri sorular ile karşı karşıya getirirken beklenmedik zamanlarda büyük sözler vermemenin iddiasız tarzını yansıtıyor. Pinnick ile Spence’in bir araya gelmesi ile Princess Cyd, mütevazi ama parlak bir ışıltıya bürünüyor. Princess Cyd, nefes kesici bu karakterleri birleştiren bağlantı hakkında bir film olarak izleyicileri etkilemeyi başarıyor.
Filmin IMDb Sayfası İçin Tıklayın
9. Hafta Sonu / Weekend (2011)
Andrew Haigh’in konuşkan eşcinsel romantizmi, diğerlerinin yanı sıra Romen Yeni Dalgası’nın film yapımcıları tarafından örneklenen Avrupa gerçekçiliğinin gelişen trendini ele geçirirken Kelly Reichardt gibi “slow cinema” temsilcilerinden de ipuçları alıyor. Weekend, naif ve samimi tarzıyla pek çok genç film yapımcısını derinden etkileyerek samimi ve doğal bir film tarzının oluşmasına yardımcı oluyor.
Abartısız, etkileyici üslubunun yanı sıra olası konusu ile de iz bırakan Weekend’de içi boş tek bir cümle bile bulunmuyor. Film heteroseksüel merkezli toplumsal hayata yönelik olarak da sağlam ve düşünmeye sevk eden göndermeler yapmaktan geri kalmıyor. Eşcinsel bir filmle birlikte anılabilecek her şeyin Weekend’de yer alması 2011 yılında adeta sistemde bir sarsıntıya yol açmıştı. Weekend, pek çok hayranı tarafından mihenk taşı olarak kabul edilen bir film olmasının yanı sıra çağdaş eşcinsellik üzerine samimi ve doğal bir tez olarak da değerlendiriliyor. Film vizyona girmesi üzerinden geçen 9 yılda biraz eskimiş olsa da popülerliği ve iç görüsü ile sinemaya dair yeni eserlerin ortaya çıkmasını cesaretlendiren bir yapım olarak görülüyor. Sanki kamera yokmuş da mekana konuk olmuşuz izlenimi veren doğal oyunculuklar sayesinde bu naif film sanki su gibi akıyor. Muhteşem filmler yapmak için çok yüksek bütçelere ihtiyaç duyulmadığının en net kanıtı olan Weekend izleyen herkesin kalbinde çok özel bir yere sahip olmayı başarıyor.
8. Turist / Force Majeure (2014)
Öncelikle izlemesi bu kadar zor olmasına rağmen bu kadar iyi olmayı başaran çok az film olabileceğini söylemek istiyorum. Ruben Östlund’un bu çarpıcı görgü komedisi izleyiciye şaşırtıcı bir son sunuyor. Sarsıcı hikaye aynı zamanda Alp manzaraları gibi güzel görsellerle de destekleniyor. Force Majeure, aralarındaki bağ bir çığla sonsuza kadar değişen İsveçli evli bir çiftin hikayesini anlatıyor. Filmi henüz izlemeyenler olabileceğini düşünerek daha fazla detay vermek istemiyorum. Ama; Ruben Östlund’un vahşice bazen de acımasız bir şekilde, geleneksel cinsiyet rollerini ve evliliğin liberal anlayışlarını hedef aldığını; esasen dünyanın her yerinden belirli ayrıcalıklara sahip bulunan birçok insanın kendi benlik duygusunun ve çevrelerinin istikrarını görmesini sağlayacak bir karışımı ortaya koyduğunu söylemeden geçemiyorum.
Force Majeure şaşırtıcı derecede komik ve aynı zamanda yıkıcı olması nedeni ile izleyicinin kafasını allak bullak edebiliyor. Tesadüflerle yönetilen bir dünya ve ani kriz zamanlarında ortaya çıkan temel hayvani içgüdümüz karşısındaki çaresizliğimizi ve yetersizliğimiz vurgulayan filmin anarşik isyanının temelinde bu acı yer alıyor. Aynı zamanda kadınlık ve erkeklik rollerini hayatın doğal akışı içerisinde sorgulama ve kadınlar ile erkeklerin aslında hiçbir zaman aynı şekilde hissedemeyeceklerini anlama fırsatını da sunuyor. Erkek ve kadın doğasını yorumdan uzak ve tamamen doğal olarak beyazperdeye yansıtan Ruben Östlund, kadınlar olaylara daha mantıklı ve duygusal yaklaşırken erkeklerin davranışlarını içgüdülerinin yönlendirdiğini net bir şekilde gözler önüne seriyor. Film bittikten sonra ise izleyicilerin aklında, “Aşka olan inancın aldığın tehlike ile mi doğru orantılıdır?” sorusu kalıyor.
7. Eden (2015)
Son 10 yıl için düzgün küçük bir metafor sunan film kısaca EDM de denilen elektronik dans müziği çerçevesinde pek çok şey söylüyor. Genelde yaşlıların yabancılaştığı elektronik dans müziği, bilgisayarlardan doğan bir fenomen olarak kabul ediliyor. Son yıllarda popüler olan bu modern, gürültülü ve tempolu müzik aslında yönetmen Mia Hansen – Love’in bir EDM destanı olarak nitelendirilen filmi Eden’da muhteşem bir şekilde tasvir ettiği gibi aslında çok daha uzun süredir varlığını sürdürüyor. Genel hatlarıyla Mia Hansen – Love’ın bir elektronik DJ olan erkek kardeşinin deneyimlerine odaklanan Eden, 20 yıl boyunca hem kariyeri hem de serveti dalgalanan genç adamın yükselişlerini ve düşüşlerini takip ediyor.
Son zamanlarda çıkan Fransız filmlerinin arasında Eden amaçsız ve boş bir film olarak değerlendirilebilirdi. Ama Hansen Love’un insanı kendinden geçiren, dokunaklı yapıtında kanıtladığı gibi Eden başından sonuna tüm hayatı anlatıyor. Diğer şeylerin yanı sıra sanat arayışına ve yaratıcılığın sık sık can sıkıcı olabilen yanına karşısı bir zafer şarkısı olarak da kabul ediliyor. Eden yeni milenyumun kıvrımlı çizgisi boyunca sıçrayıp dibe vurdukça zafer ve kederle bezenmiş capcanlı bir duyusal şölen sunuyor. 2019’un kalan sayılı günlerinde, film hakkında hepimizi derinden etkileyecek nostaljik bir noktaya da dikkat çekmek istiyorum: Eden, ritmi ile bizi kendi kayıp gençliğimizin lazerle aydınlatılmış sisli dünyasına sürüklüyor. Ve son derece cömert bir tavırla hepimizi geçmişi hazırlamaya ve keyifli bir partiye devam ediyor.
6. Kapan / Get Out (2017)
Jordan Peele’nin korku – komedi filmi Get Out, hala nasıl eğlendireceğini ve nasıl korkutacağını bilen önemli bir film olması nedeni ile pek çok yönden heyecan uyandırıyor. Film yaratıcı, dikkat çekici ve şok edici olarak tanımlanabiliyor. Genel olarak yavaş ilerleyen Get Out, gizem unsurunu filmin ortalarına kadar başarı ile koruyabiliyor. Konu olarak değerlendirildiğinde de orijinalliğin ağır bastığı görülebiliyor. Kurgusunun kalitesi ve senaryosunun sağlamlığı ile izleyiciyi kendisine bağlayan Get Out, gerilim dozunu giderek artırıyor ve farklı bir finalle noktayı koyuyor.
Film özellikle büyük stüdyolar tarafından yayınlanan filmlerde, ekranlarda çok nadir dile getirilen sosyal gerçeklere yer veriyor. Get Out hem çağının söylemine hitap eden hem de onu ileriye taşıyan bir filmdir. Milyonlarca insanın yaşadığı bu ülkede her gün milyonlarca insanın yaşadığı tedirginliğine ve daha da fazlasının dile getirilmesine imkan veriyor. Filmin zengin metinlerle süslenen eğlendiriciliğine kendinizi kaptırdığınızda Get Out, size şakasının gerçekten bir şaka olmadığını ve içerisine öfke barındırdığını da sert bir şekilde hatırlatmaktan geri kalmıyor. On yıllar boyunca izlenilmeye devam edecek olan Get Out, insanların ilgisini çeken, gerçekten bir amaca sahip olup bunu sergilemekten çekinmeyen nadir filmler arasındaki yerini fazlası ile hak ediyor. Ayrıca film soundtracki ile de övgüleri hak ediyor.
5. Parazit / Parasite (2019)
Bong Joon Ho’nun şaşırtıcı bir gerginlik ve sosyal komedi karışımı olan filmi Parasite’ın sözde gelişmiş dünyadaki mevcut ekonomik eşitsizlik durumu ile ilgili olarak söyleyecek çok fazla sözü olduğu görülüyor. Biri zengin ve ihmalkar diğeri fakir ve entrikacı iki aileyi karşı karşıya getiren Bong Joon Ho, kolayca sahip olanların ve olamayanların kavgasını müthiş bir zerafetle yönetiyor.
Yönetmen, göz alıcı zekası ile mizahi bir tutum sergiliyor ve adeta alaycı bir oyun oynuyor. Aynı zamanda film boyunca gerginliği de büyük bir ustalıkla artırıyor. Bol metaforlu ve görsel sahneler açısından zengin bir film olan Parasite, gelir dağılımındaki iki ekstrem ucu son derece etkileyici bir şekilde betimlemeyi başarıyor. Parasite, son anlarında göz ardı edilemeyecek bir kreşendoya ulaşan bir ağıtla finalini bağlıyor. Bunca zamandır neye gülüyoruz? Bütün bu dalavere, hile neden gerekliydi? Parazit sahip olduğu ahlaki netlik ile dikkat çekiyor. Film vermek istediği mesajları da işlediği konuları da seyircisine son derece net bir şekilde sunuyor. Ekonomik adaletsizliğe ve toplumsal sınıf çatışmalarına dikkat çeken Parasite bazı sahneleri ile izleyicisine çok sert ters köşeler yapıyor. Film baştan sona her saniyesinde izleyicinin dikkatini canlı tutmak konusunda da oldukça başarılı bir performans sergiliyor.
4. Melankoli / Melancholia (2011)
Bu filmin asla aklımdan çıkmayacağını itiraf etmek istiyorum. Lars Von Trier’in kıyamet düşüncesi ile ilgili garip ve büyüleyici riya şiiri bir şekilde hem rahatlatıcı hem de sarsıcı olmayı başarıyor. Belki de daha önce hiç bu kadar ciddiyetle çalışmamış olan Lars Von Trier, her zamanki zulmünden kaçınarak depresyonunu bir duygu ortaklığı oluşturacak şekilde ekrana tezahür ettiriyor. Melancholia’da, bizim yörüngesini değiştirmeye gücümüzün yetmediği bir gezegen nedeni ile dünyadaki yaşam tamamen sona eriyor. Üstelik filmde bu durum, ekranda en kötüsünün olmasına izin verildiği şekilde gerçekleşiyor. Ancak yok oluşun bu kadar açık ve olgusal olarak belirtildiği güzel işlenmiş bir gerçekliğe tanık olmak da dehşet verici bir his uyandırıyor.
Lars Von Trier, ustaca bir tür metafiziksel aşkınlıktan korkan kaçınılmazlığı kabullenmemizi, kendi ölümlerimizi cesaretle ve belki de bir miktar merak ile karşılayacak duruma gelmemizi sağlayacak bir dengeye izleyicilerini davet ediyor. Lars Von Trier’in kariyerinin belki de en farklı filmi olan Melancholia, izleyiciye filmdeki karakterler ile empati kurdurmayı başararak filmin başından itibaren artan bir rahatsızlık hissetmelerini sağlıyor.
3. Dawson City: Frozen Time (2016)
Bill Morrison’ın özenle bir araya getirilmiş eski film görüntülerinden oluşan kolajı bizleri unutulmuş, hayat dolu, yarı uzak bir geçmişe çekiyor. Dawson City: Frozen Time’in kelimenin tam anlamı ile Yukon’daki eski bir “altına hücum” kasabasında gömülü olan beş yüzden fazla sessiz film makarasının keşfi ile ilgili bir belgesel olduğu söylenebiliyor. Yaklaşık 100 yıllık bu kayıp filmlerden parçaları bizlere gösteren Morrison, aynı zamanda olağanüstü ve harap olmuş bir insan dalgalanmasının odağını, istek ve fırsatlarla dolu bir şehir olan Dawson City’nin de hikayesini anlatıyor.
Dawson City, 1800’lü yılların sonunda altın bulmak isteyen yüz bin kadar insanın hücumuna uğramış olup 1978 yılında şehirde yapılan yenileme kazıları sırasında tarihe tanıklık eden bu filmler ortaya çıkıyor. Biraz daha genel olarak bakarsak Dawson City: Frozen Time; toplum içerisinde bir insan olmanın, iş birliği ve rekabet içerisinde başarı elde etmek için çabalamanın, paylaşılan eğlencelerin ve dünyada yalnız yaşamanın zorluğundan uzaklaşmanın hakkında pek çok şey dile getiriyor. Morrison’ın filmi temel olarak bir asır önce filme çekilen insanların görüntüleri ile insan deneyimini yakalamayı başarıyor. Bu lirik film izleyicisine geçmişe büyüleyici bir bakış atma fırsatını sunuyor. Dawson City: Frozen Time zamanımızın karmaşasının ve gürültüsünün bir gün kendi sessizliği içerisinde ortadan kalkacağı gerçeği ile de yüzleşmemizi sağlıyor. Pek çok kişinin gözünden kaçan bu film kesinlikle sinemaseverler tarafından keşfedilmeyi hak ediyor. 3.Dawson City: Frozen Time Alex Somers’in muhteşem müziklerinin etkisiyle tam bir sinema şölenine dönüşüyor.
2. Phantom Thread (2017)
Paul Thomas Anderson’ın neredeyse mükemmel bir şekilde uyarlanmış olan filmi Phantom Thread heteroseksüel çiftlerin savaşlarını garip bir şekilde duygusallaştırıp abartarak harika bir iş yapıyor. Tuhaf bir şekilde komik ve merak uyandırıcı olan film, kur yaparken meydana gelen bireysel farklılıklar nedeniyle izleyicinin sonrasını da merak etmesini sağlıyor. Filmin estetiği zengin ancak abartıdan uzak olması ile dikkat çekiyor.
Phantom Thread zaman zaman kasten uzak ya da başka bir şekilde kapalı bir tarz benimsemekle birlikte arayı uzatmadan yeniden sıcak temposunu yakalamayı başarıyor. Tabii ki bu bilinçli olarak yapılan zehirli bir itme – çekme dinamiği de olabilir. Ancak belirtmek gerekiyor ki Anderson her ne yapıyorsa bunu son derece ayartıcı bir şekilde yapmayı başarıyor. Phantom Thread, izleyicisini eğlendiriyor ve baştan çıkarıyor. 1950’lerin çok konuşulan moda dünyasına eleştirel bir bakış açısı getiren Phantom Thread genel olarak üst sınıftan bir erkekle alt sınıftan bir kadının aşkın odaklanıyor. Film; sinematografi, sanat yönetimi, sanat ve kostüm tasarımındaki titizliği ile de dikkat çekiyor. İnsana, insan ilişkilerine ve aşka dair söyleyecek ilginç sözleri olan filmde Daniel Day-Lewis de metod aktörlüğünün kitabını yeniden yazmış gibi görünüyor.
1. Mad Max: Fury Road (2015)
30 yıl sonra Mad Max evrenine geri dönen George Miller belki de tüm zamanların en iyi aksiyon filmini yaptı. Bir ateş ve metal senfonisi olan Mad Max: Fury Road’un son 10 yılda gördüğüm en heyecan verici şey olduğunu açıkça söyleyebiliyorum. Film, Max ve Furiosa isimli liderlerinin peşinden giden ve savaş ortamından sürekli olarak kaçarak hayatta kalmaya çalışan bir grup kadının hikayesini anlatıyor. Max ve Furiosa düşmanlarla dolu bir çölde özgürlüğe koşmaya çalışan grubun liderliğini üstleniyorlar ve ardından dönüyorlar. Furiosa’nın ve silahlı yoldaşlarının özgürlüklerini kazanmaya çalışmalarını izlemek kesinlikle heyecan veriyor. Dizinin dördüncü filmi olmasına rağmen Fury Road, insanda yepyeni bir şey izliyor olduğu duygusunu uyandırmayı başarıyor. Aynı zamanda oyunculuk, görüntü ve müzik kalitesi olarak da kaliteyi çok yukarılara taşıyarak bir sinema şölenine dönüşüyor.