2019 yılının sonlarına doğru gelirken beyazperdenin nasıl bir yıl geçirdiğine de bir göz atmak istiyoruz. 2019 yılı Marvel Sinematik Evreni için bambaşka bir yıl oldu. Avengers: Endgame tüm zamanların en çok hasılat yapan filmi olan Titanic ile olan mesafeyi kapatırken, hasılat canavarı bu film aynı zamanda Nisan ayı boyunca tüm popüler kültürü de ele geçirdi. Bunun yanı sıra “Booksmart” ve “The Hole In The Ground” bağımsız filmler de büyük bir etki yaratarak gişede para kazananın yalnızca Marvel olmadığını kanıtladı. Bunun yanı sıra seyirciyle buluşan Martin Scorsese’in mafya destanı The Irishman, Pedro Almodovar’ın mükemmel filmi Pain and Glory, Kasım ayını muhteşem bir hale dönüştürse de bu yazımızda 2019’un genelindeki en iyi filmleri sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Marriage Story
Brokkolynli tiyatro yönetmeni Charlie ve aktris Nicole’ün ayrılması gayet dostane bir şekilde başlıyor, ancak kısa süre sonra acımasız avukatların yönettiği pahalı ve dramatik bir savaş halini alıyor. Filmin açılış sekansında iki karakter uzun uzun birbirlerini neden sevdiklerini anlatıyorlar. Filmin kurgusu da bu nedenleri doğuran detayları temel alarak ilerliyor. Bu konu hakkında çekilen hiçbir filmin bu kadar gerçek, bu kadar hayatın içinden olmadığı kolaylıkla fark edilebiliyor. Ve bu zafer sonucunda gelen alkışların çoğunluğunu da sergiledikleri üstün performans nedeni ile Adam Driver ve Scarlett Johansson’a gidiyor. Hem hüzünlü hem trajikomik bu filmin, başrol oyuncularına Oscar adaylığı getirip getirmeyeceği şimdiden merakla bekleniyor.
Netfilix Üzerinden Hemen İzleyin
Isn’t It Romantic?
Herkesin aynı şekilde hissetmediği bilsek de bu filmin bir Netflix filminden beklenileni verdiğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Romantik komedi klişeleri ile dalga geçen absürt ve eğlenceli bu romantik komedinin zaman zaman dalga geçtiği klişelere yenik düştüğünü de belirtmekte fayda görüyoruz. Roy Orbison’dan Pretty Woman ile başlıyor olması da daha en baştan filme ayrı bir güzellik katıyor. Filmi Netflix üzerinden hemen izlemek için tıklayın.
The Irishman
Martin Scorsese’in en favori oyuncuları ile bir araya gelmesini sağlayan The Irishman, yönetmenin parlamasını sağlayan Goodfellas ve Casino gibi filmleri kapsayan gangster türüne dair yaptığı bir kapanış konuşması olarak değerlendiriliyor. Frank Sheeran’ın hayatının anlatıldığı film aynı zamanda; zamanın geçişi, pişmanlık, ihanet ve ahlaksızlığın insan ruhu üzerindeki ürpertici etkisine de yer veren Flashback katmanlı bir drama olarak dikkat çekiyor. Acımasız denilebilecek kadar gerçekçi olan film muhteşem diyalogları sayesinde 209 dakikalık süresine rağmen izleyiciyi sıkmıyor. Oyunculuklarının yanı sıra müziklerinin başarısı ile de dikkat çeken film 2019 yılının başyapıtları arasında yer alıyor ve gelecekte de unutulmaz filmler arasında sayılacak gibi görünüyor. Fİlme Netflix üzerinden göz atın.
Shazam
Senaryosunu Henry Gayden’ın yazdığı bu DC Comics filmi, DC’nin diğer filmlerine göre biraz daha düşük yaş grubuna hitap etmesi ile dikkat çekiyor. Karanlık bir şekilde başlayan film çok hızlı bir şekilde değişip bir köken hikayesine dönüşüyor. Süper kahramanına ve onun güçlerine odaklanan bir film olmakla birlikte Shazam’ın temelinde aile olgusu yer alıyor. DC evrenine yepyeni bir soluk getiren film; dram, aksiyon ve fantastik unsurları çok başarılı bir mizah anlayışı ile harmanlıyor. Zachary Levi’nin yetişkin vücudunda yaşayan bir çocuğu canlandırdığı performans da uzun süre konuşulacağa benziyor.
—
Bu İlginizi Çekebilir: Hemen Bu Akşam İzlemek İçin En Güzel Film Önerileri
—
The Lighthouse
Daha önce çektiği The Witch ile korku filmi severleri içine düştükleri tekdüzelikten kurtaran Robert Eggers’ın yeni filmi olan The Lighthouse, iki deniz feneri bekçisini konu alan uzun metrajlı siyah beyaz bir film olarak beyazperdede yerini alıyor. Robert Pattinson ile William Dafoe’nin başrollerini paylaştığı film uzun süredir bu görevi yapan iki adamın, zaman içerisinde yalnızlığa da bağlı olarak akıl sağlıklarını kaybetmelerini ve en derin korkuları ile yüzleşmeye başlamalarını anlatıyor. Metaforların ve sembollerin sıklıkla kullanıldığı The Lighthouse oyunculuklarına şapka çıkarılması gereken filmler arasında yer alıyor. Bu film ayrıca sinema otoriteleri tarafından Robert Pattinson’un Alacakaranlık’ın etkisinden kurtulup oyunculuğunu kanıtlamayı başardığı yapım olarak da kabul ediliyor. Filmin IMBb üzerindeki puanı 8,3. Buradaki linkten IMDb sayfasını inceleyebilirsiniz.
Transit
Almanya’nın son dönemdeki en dikkat çeken yönetmenlerinden Christian Petzold’un imzasını taşıyan film, geçmişin mültecileri ile bugünün mültecilerini aynı düzlemde kesiştirip birbirleri ile tanıştırıyor. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir arada harmanlayarak tüm karakterleri ve hikayelerini transit bir hat üzerinde sonsuza uzanacak şekilde birleştiriyor. Film politik olarak güçlü bir içeriğe sahip olsa da dramatik kurgusu ile de beğenileri üzerinde toplamayı başarıyor. Anna Seghers’in romanından uyarlanan Transit hem özgün anlatım tarzı hem de başarılı oyunculukları ile izleyicisini farklı dünyalara götürüyor.
Joker
Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Joker, kahkahalarının altında derin acılar barındırması ve tüm kötülerden farklı olduğunu açıkça göstermesi ile sinema tarihinin en iyi performansları arasında yer alıyor. İzleyicileri içine çeken ve kendi dünyasında yaşatan Joker, toplum tarafından dışlanan bu karakterle empati kurmayı hatta onu desteklemeyi mümkün hale getiriyor. Sinema eleştirmenlerinin dikkat çektiği bir noktaya göre ise Joker, pek çok insanın ahlaki açıdan yanlış olan bir şekilde bir seri katil ile bağ kurmasına neden oluyor. Todd Phillips’in yönetmen koltuğunda yer aldığı filmde, toplumun Joker’in Joker olmasındaki her iki yönlü rolüne de tanık oluyoruz. Filmde Batman evreninin en sevilen ve en bilinen kötüsü olan Joker’in dönüşüm süreci anlatılırken aynı zamanda izleyiciye herhangi bir insanın yanlış bir yola sapmasına neden olacak şekilde karşısına çıkan tüm etkenlere maruz kalması ve evrildiği karakterin trajik yolculuğu da yansıtılıyor.
Glass
M. Night Shyamalan’ın yönetmenliğini yaptığı Glass, Split üçlemesinin devam filmi olma özelliğini taşıyor. James McAvoy’un harika bir oyunculuk sergilediği film süper kahramanlar üzerinden sistem eleştirisinde bulunuyor. Finaliyle seyircilerin bir kısmının beklentilerini karşılayamayan Glass pek çok kişiye göre ise mükemmel bir finalle noktayı koyuyor.
Climax
Gaspar Noe’nin sinemasının rutin olarak uyumdan kaosa doğru biz çizgi izlediği sinemaseverler tarafından biliniyor. Bir dans partisinin cehennem çılgınlığına dönüşmesini anlatan ve gerçek olaylardan esinlenen Climax ta bu düzenin dışına çıkmıyor. Gaspar Noe’nin en sevdiği VHS korku filmleri ile çevrili bir televizyonda yapılan röportajlar ile dikkat çekici bir şekilde başlayan filmin, Fransız auteur’ün en az kışkırtıcı filmlerinden biri olduğu kabul ediliyor. Film tek bir mekanda geçmesine rağmen izleyicinin dikkatini çekmeyi başarıyor ve bir anda bitmesi ile de izleyicisini şaşkınlığa sürüklüyor.
Yönetmenin kullandığı agresif kamera hareketleri ve uzun süreler boyunca kesilmeksizin devam eden sahneler izleyicileri adeta sahnelerin içine çekiyor. Climax; dar konusuna, senaryosunun olmamasına, tek mekanda geçmesine rağmen çekimlerinin başarısı, oyuncularının performansları, görselliği ve belki de en önemlisi izleyicisini düşünmek zorunda bıraktığı soruları ile 2019’un en iyi filmlerinden biri olarak anılmayı hak ediyor.
—
Bu İçerik İlginizi Çekebilir: İzlerken Yerinizde Duramayacağınız Dans Filmleri
—
El Camino: Breaking Bad Movie
Oldukça büyük bir hayran kitlesine sahip olan efsanevi dizi Breaking Bad’in sinema uyarlaması olan El Camino: Breaking Bad Movie, Flashback sahneleri ile izleyicisini sık sık geçmişe götürüyor. Hatta filmin açılışı da bir Flashback ile yapılıyor. Aslında filmin hikayesi iki yönlü olarak ilerliyor. Bir yandan dizinin final bölümünün ardından gelişen olaylar anlatılıyor, diğer yandan ise dizinin sevilen karakterleri ile ilgili Flashback sahnelerine yer veriliyor. Renkler biraz soluk olmaklar birlikte kamera teknikleri beğeni topluyor. Filmin temposu da dizinin temposu ile benzerlik gösteriyor. Ve film aslında tek bir amaca hizmet ediyor: İzleyiciye Jesse Pinkman’ın hikayesinin nasıl sonlandığını anlatabilmek.
Hagazussa
Ana akım korku filmlerinin içine düştüğü tekdüzelikten bunalan seyircilerin imdadına yetişen bağımsız filmler adeta bu türe yeni bir soluk getiriyorlar. Bu akımın Avrupa temsilcisi olan Hagazussa Orta çağ Avrupa’sında geçen bir cadı hikayesi olması nedeniyle ilk anda akıllara The Witch’i getirebiliyor. Muhteşem doğa manzaralarına sahip olan Hagazussa özgün kamera kullanımı ile de beğeni topluyor. Yavaş anlatımının yanı sıra renk paleti ve karanlık atmosferi ile de izleyicinin üzerinde yarattığı etkiyi şiddetlendiren Hagazussa 15.yüzyıldan bir kadının psikolojik dehşetini son derece başarılı bir şekilde izleyiciye aktarmayı başarıyor.
Monos
Alejandro Landes’in yönetmenliğini yaptığı filmin terör, çocuk istismarı ve ülkenin iç çatışmaları hakkında söyleyecek sözleri olduğu açıkça görülebiliyor. Coğrafyanın tüm avantajlarını kullanan Monos görsel yönden izleyicilerini fazlasıyla tatmin ediyor. Film izleyicisini hem şaşırtmayı hem de ürkütmeyi başarabiliyor. İzleyiciyi insanın içindeki vahşet güdüsüne dair sorularla baş başa bırakan film teknik başarısı ile sinema otoritelerinin de beğenisini topluyor. Monos aynı zamanda Alejandro Landes’in sekiz yıl aradan sonra beyazperdeye yeniden merhaba dediği film olma özelliğini de taşıyor.
Gloria Bell
Yaşlanmanın, Sebastian Lelio’nun 2013 Şili yapımı dramasının olağanüstü bir re-make’i olan filmin kahramanı Gloria Bell için çok da kolay olmadığını görebiliyoruz. Arkadaşlarının işten çıkarılmaları, emeklilik ile ilgili endişeleri ve yetişkin çocuklarının sorunlu romantik çalkantıları arasında Gloria, Arnold’un kollarında geçici bir teselli bulmaya çalışıyor. Bu hikayeyi anlatırken film bağlı olmak ve bağımlı olmak kavramlarını son derece naif bir dille işliyor. Elli yaş bunalımı, ebeveynlik, yaşlanma ve hayata dair kimlik arayışı konularına kendine özgü bir bakış açısı getiren Gloria Bell’de Julian Moore performansı ile izleyicinin kalbini kazanıyor.
An Elephant Sitting Still
Yönetmen Bo Hu’nun ilk uzun metrajlı filmi olan An Elephant Sitting Still aynı zamanda veda filmi olma özelliğini de taşıyor. Çekim teknikleri ile izleyiciyi koltuğundan kaldırıp filmin bir parçası yapan film oldukça uzun olması ile dikkat çekiyor. Depresif rengiyle, çekim tekniklerinin etkileyiciliği ile, uzunluğuyla ve kısa süreli yer verdiği post rock parçalarıyla son derece başarılı bir varoluşçu atmosfer yaratıyor. Dört ana karakteri bulunan An Elephant Sitting Still, Çin orta – alt sınıfının kişisel problemlerine de yer veriyor. İzleyenlerin içine işleyen bu film seyircisine insan olduğunu da ince bir anlatımla hatırlatmayı başarıyor. Yönetmenin filmin çekimleri tamamlandıktan kısa bir süre sonra intihar etmiş olması ise An Elephant Sitting Still’e ayrı bir anlam kazandırıyor.
The Souvenir
Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapıp Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin yönetmen koltuğunda Joanna Hogg oturuyor. Yönetmen genç bir sanatçı adayının esrarengiz ve kişisel portresini, göz alıcı bir estetik ve tutkuyla birleştirerek anlatırken rüya gibi bir aşk hikayesini de izleyici ile paylaşıyor. Seksenli yıllarda sinema bölümü öğrencisi olan Julie, karizmatik ama güvenilmez biri olan Anthony ile çalkantılı bir ilişki yaşamaya başlıyor. Zaman içerisinde izleyici Julie’nin aşkı uğruna annesine ve dostlarına meydan okumaya başladığını görüyor. Martin Scorsese’in yapımcısı olduğu filmin başrolünü Tilda Swinton üstleniyor.
Apollo 11
“Huşu uyandıran” terimi bazı çevreler tarafından abartılı bulunacak olsa da ABD’nin aya ilk seyahatini anlatan belgesel olan Todd Douglas Miller’in Apollo 11’i için kullanılması gayet yerinde görünüyor. Sanatçı, kısa süre önce keşfedilen ve bu etkinliğin 50.yılında ilan edilen 65 mm metraj ve ses kayıtları hazinelerinden yararlanıyor. Daha önce hiç yayınlanmayan kayıtların Todd Douglas Miller tarafından dijital olarak yenileyip kullanıldığı biliniyor. Binlerce saatlik ses kayıtlarından yararlanılarak hazırlanan Apollo 11 özellikle bu görevi yerine getiren astronotların nasıl etkilendiğini görmemizi sağlayan muhteşem bir kaynak olma özelliğini de taşıyor.
Long Day’s Journey Into Night
Çinli yönetmen Bi Gan’ın Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan filmi Long Day’s Journey Into Night, özellikle 59 dakikalık 3 boyutlu bölümü ile ilgiyi üzerinde topluyor. 20 yıl aradan sonra Guizhou’ya dönen ve gizemli bir kadını arayan ana karakter filmin başından sonuna kadar aradığı kadınla geçirdiği yaza dair anları anımsıyor. Gizemli kadını arayışı esnasında pek çok renkli karakter ile de karşılaşıyor. Filmin bir noktasında bu arayışın kendisini bir sinema salonuna götürmesi ile hem filmin ana karakterinin hem de izleyicilerin 3 boyutlu yolculuğu başlıyor. Yaklaşık bir saat süren bu yolculuk şehrin labirenti andıran sokaklarında yer çekimine meydan okurcasına gerçekleşiyor.
Pain And Glory
Ünlü yönetmen Pedro Almodovar’ın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu filmin başrollerini Penelope Cruz ve Antonio Banderas paylaşıyor. Samimi ve şiir gibi anlatımı ile Almodovar filmlerinin karakteristik özelliklerini taşıyan Pain And Glory, izleyicide sanki bir arkadaşının hayatını dinliyormuş izlenimi yaratıyor. Otobiyografik özellikler taşıyan filmde şaşaalı günleri çok eskilerde kalan çok ünlü bir yönetmenin 1960’lı yıllardan günümüze kadar uzanan yaşam öyküsü son derece duygusal ve kişisel bir bakış açısı ile ele alınıyor. Cannes Film Festivali’nde hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden övgüleri toplayan film aile bağlarının önemini ve aşkın derinliğini işleyen sıcacık öyküsü ve canlı renklerin ön planda olduğu iç ısıtan görselliği ile sinemaseverlerin kalbini çoktan fethetmiş görünüyor. Soyut acıların insanın canını somut acılardan çok daha fazla yaktığını naif bir dille anlatan film aynı zamanda İspanya’nın Yabancı Film Dalı’nda Oscar adayı olma özelliğini de taşıyor.
Parasite
Bong Joon-Ho’nun başyapıtı olarak kabul edilen Parasite sinema izleyicisini adeta modern bir destana davet ediyor. Fakir bir ailenin zengin bir ailenin içerisine parazit gibi yayılması ile başlayan, kara mizah ve gerilim ile harmanlanan bu özgün hikaye sinemaseverleri yaşadığımız dünyanın nasıl bir yere dönüştüğünü düşünmek zorunda bırakıyor. Parazite iyilik ve kötülük kavramlarını saydam bir şekilde yansıtıyor, bittikten sonra ise izleyicileri düşünceleri ile baş başa bırakıyor. Film sorular sordurması ancak cevabı vermekten ısrarla kaçınması ile de dikkat çekiyor. Parasite’ın başlangıcı ile bitişi çok farklı olup filmin hikayesi son otuz dakikada tamamen farklı bir şekle bürünüyor. Hiçbir şekilde yapay oyunculara ve fazla dramatize edilmiş sahnelere yer vermeyen film, toplumsal sınıf ayrımlarını metaforlar üzerinden anlatışındaki başarı ile tüm övgüleri hak ediyor. Parasite; kurgusu, hikayesi, oyunculukları ve farklı türlere selam gönderen yapısı ile sinema eleştirmenleri tarafından son yılların en yaratıcı filmlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Ash Is Purest White
Ash Is Purest White yıllar içerisinde Çin’in değişen kültürel, ekonomik ve sosyal yapısını yeraltı dünyasında yaşanan bir aşk öyküsü aracılığı ile anlatıyor. 71.Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan film 16 yıla yayılan ve asla klasik olmayan aşk hikayesini anlatırken aslında mutlu bir hikayeye yer vermiyor. Çin’in yakın tarihine de ışık tutmayı başaran Ash Is Purest White 2001, 2006 ve 2018 olmak üzere üç farklı dönemde geçiyor.
Shadow
Zhang Yimou’nun yönetmenliğini yaptığı film topraklarını korumak için zorlu bir mücadeleye girişen bir kralın öyküsü etrafında şekilleniyor. Yimou’nun Shadow’u Çin’in Üç Krallık döneminin saray entrikalarını siyah – beyaz bir dünya olarak yeniden canlandıran tarihsel bir fantezi-drama olarak izleyicileri büyülüyor. Deng Chao, filmde iki farklı rol üstleniyor. Çin geleneksel mürekkep sanatından esinlenen film tablo gibi kurgulanmış sahneleriyle izleyiciye bir görsel şölen sunuyor.
Birds Of Passage
1960 – 1980 yılları arasında yaşanan gerçek bir olayı konu alan film Kolombiya’daki uyuşturucu savaşını anlatıyor. Cristina Gallego ve Ciro Guerra’nın yönetmenliğini yaptığı Birds Of Passage, Kolombiya’nın sosyal ve kültürel hayatını da çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. İzleyiciye gerçek hayattan kesitler izlediğini düşündüren film ailenin önemi ile ilgili verdiği ince mesajlarla da dikkat çekiyor.
John Wick: Chapter 3 – Parabellum
Keanu Reeves’in başrolde yer aldığı serinin üçüncü filminde; John Wick’in dünyanın tüm suikastçılarının peşinde olduğu sırada New York’tan çıkmaya çalışması anlatılıyor. Sinema eleştirmenleri uzun bir aradan sonra gelen üçüncü filmin pek çok yönden serinin diğer filmlerinin üstüne çıkmayı başardığı konusunda görüş birliğine varıyorlar. Dövüş koreografileri ve çatışma sahneleri John Wick: Chapter 3 – Parabellum’un son zamanlarda çıkan pek çok aksiyon filminden de farklı bir yerde konumlandırılmasını sağlıyor.
The Edge Of Democracy
Petra Costa yapımı The Edge of Democracy, siyaseti ve kişisel anıları bir araya getirerek iki Brezilya başkanlığının ardındaki gerçekleri gözler önüne sermeye çalışıyor. Belgeselde bir başkanın görevden alınması, bir başkasının hapse atılması ve otoriter siyasetin zaferi anlatılıyor. Petra Costa, kişisel geçmişini ve aile geçmişini incelemesi ve yapımlarına malzeme etmesi ile tanınıyor. Bu belgeselinde ise kişisel anılarla siyaseti daha kamusal bir alanda buluşturup Brezilya siyasetinin merkezinde gelişen bir krizi belgeliyor. Costa ailesinin siyasi görüşü nedeniyle krizdeki her iki tarafın da görüşlerini anlayabilecek bir konumda bulunuyor.
High Life
Yönetmenliğini Claire Denis’in yaptığı bilim – kurgu türündeki filmin başrollerini; Robert Pattinson, Juliette Binoche ve Mia Goth paylaşıyor. Derin uzayda soyutlanmış bir baba kızın sağ kalmak için girdikleri mücadeleyi anlatan High Life, mekan olgusu üzerine kurulmuş bir film olarak dikkat çekiyor. İzleyicisinin düş gücünü zorlayan High Life mikro ile makro arasındaki ilişkiyi de incelikle işliyor. Film içerisinde zaman çizgisi son derece keskin bir şekilde bazen geriye ya da ileriye doğru atlayabiliyor ve anlatıcının olayları hatırlama biçimi ve sırası filmin akışına yön veriyor. High Life bir bilim – kurgu filmi olmasının yanı sıra insan doğasına ilişkin çok katmanlı yapısı ve kullanılan sinema teknikleri ile başyapıt olarak anılmayı hak ediyor.
The Mountain
Yalnızlık, yabancılaşma ve Oedipal arzuların sanrı gibi bir kabusu olan Rick Alverson’un The Mountain’ı kendine özgü, nüfuz edici kimliğini ortaya çıkarsa da Stanley Kubrick ve Yorgos Lanthimos’un izlerini taşımaya devam ediyor. Dünya prömiyerini 75.Venedik Film Festivali’nde yapan The Mountain, etkileyici görselliği ile göz doldururken izleyicinin aklını karıştırmaktan da geri kalmıyor. 1950’lerin Amerika’sında geçen hikayede içe kapanık bir genç adamın ve lobotomi deneyleri yapan aile dostlarının hikayesine odaklanıyor. Durgun anlatımına ve muğlak bir yapıda olmasına rağmen film oldukça ilgi çekici bir şekilde başlıyor. Rick Alverson bu filminde, izleyiciyi herhangi bir şekilde şımartmayı reddederek kendi rahatsız edici ve garip bir şekilde büyüleyici hikaye anlatımına ve düşünce provokasyonu araçlarına sadık kalmayı tercih ediyor.
The Last Black Man In San Francisco
Memleketleri gibi huzursuz bir geçiş sürecinde olan iki arkadaşın hikayesini anlatan The Last Black Man In San Francisco, her köşesinde estetik sürprizler sunuyor. Joe Talbot ilk filmi olmasına rağmen tekniğinin aşırı derecede başarılı olması ile dikkat çekiyor. İzleyicisini ilgi çekici bir şekilde kendisine bağlamayı başaran film, hayalin ve gerçeğin birleştiği yerlerde tahmin ettiğinden daha fazla ikilemde bırakıyor. Sınıf ilişkileri, ailevi ilişkiler, ırk ilişkileri ve toplumla olan ilişkilerden oluşan karmaşık yapısına rağmen kendisini izletmeyi başarıyor. Joe Talbot, anlatım tarzı ile ilhamını gerçeklerden alan dramasına bir masal hissi veriyor. Kentsel dönüşümün ardından ortaya çıkan sosyo – kültürel bozulmaya da ışık tutan The Last Black Man in San Francisco hızla değişen bir şehirde ayakta kalmak için mücadele etmek zorunda olan siyahi bir adamın hikayesine farklı bir bakış açısı getiriyor.
Tell Me Who I Am
Eğer anılarımız gerçekten bize ait değilse, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz? Gerçek bir hikayeye dayanan bir insanı derinden sarsıyor. 18 yaşında bir motosiklet kazası geçirip hafızasını kaybeden bir gencin, ikiz kardeşi sayesinde kendisini bulmak için verdiği mücadeleyi anlatan film hem hikayesinin hem de anlatımının çarpıcılığı ile dikkat çekiyor. Sevgi, fedakarlık ve aile hakkında derin düşüncelere iten bu yapım çocukluk travmalarının asla kapanamadığının da altını çiziyor. Ve sona erdiğinde izleyicilerin aklında “Yaşayabilmek için neleri unuttuk?” Sorusunun oluşmasına neden oluyor.
Ad Astra
Astronot Roy McBride’in uzay yolculuğunu ve bu yolculuk sayesinde astronotun insan varlığının doğasın ile kozmostaki yerimize meydan okuyan sırların ortaya çıkışına neden olmasını anlatan filmin yönetmen koltuğunda James Gray oturuyor. Film uzaydaki sessizlik ve boşluk hissini çok etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Baştan sona gizemini korumayı başaran Ad Astra bilim – kurgu örneği gibi görünse de ağırlıklı olarak psikolojik / dram öğelerini barındırıyor. Dünya dışındaki gezegenlerin ve uzay temasının arka plana alınması ile yalnızlık, aile trajedisi ve baba – oğul temalarına değinilirken baş karakterin kendi iç dünyasına doğru yaptığı yolculuk da anlatılıyor.
Crawl
Korku – gerilim filmlerinin Fransız kökenli yönetmeni Alexandre Aja’nın son filmi olan Crawl, baştan sona kadar her saniyesinde tansiyonu en üst seviyede tutuyor. Korku – felaket karışımı öğelerden oluşan film başlangıçta izleyicilere bir miktar klişe gibi gelebilse de yüksek kalitedeki çekimleri ve doğru kullanılan kamera açıları ile soluksuz izlenecek sıkı bir gerilim filmi haline gelmeyi başarıyor. Aksiyonu ve heyecanı oldukça fazla olan ve neredeyse tamamı kapalı bir ortamda geçen film izleyicide klostrofobik bir etkiye de neden oluyor. Film bu sürükleyici hikayenin arka planında iletişimleri kopma noktasına gelmiş ve parçalanmış bir ailedeki sorunlu baba – kız ilişkisine de yer veriyor.
Plus One
Katıldıkları düğünlerde karşı karşıya kalacakları sorulardan kurtulmak için birbirlerine eşlik eden iki gencin hikayesini anlatan Plus One’ın kadrosunda; Maya Erskine ve Jack Quaid yer alıyor. Geleneksel romantik komedi formüllerinin hala işlediğinin kanıtı olan film başrol oyuncuları arasındaki uyum sayesinde daha da keyifli bir hal alıyor. İnce esprileri ve konuyu anlatım tarzı ile sonu tahmin edilebilir olan bir hikayeyi izlenebilir kılmak yönetmenin başarısından kaynaklanıyor.
The Great Hack
Cambridge Analytica – Facebook skandalını farklı açılardan izleyicilerine sunan The Great Hack, güçlü organizasyonların dünyayı nasıl şekillendirdiğine dair muazzam bir örnek teşkil ediyor. Cambridge Analytica yetkililerinin de dahil edildiği yapım kişisel verilerimizin ne kadar önemli olduğuna ve toplanan kişisel verilerimizin kararlarımızı etkilemek isteyenler tarafından ne şekilde kullanıldığına da dikkat çekiyor. Veri manipülasyonunun siyasi kısmını sıkça gözler önüne seren belgesel Facebook ve Cambridge Analytica örnekleri üzerinden aslında manipülasyon ve dijital veri arasındaki tehlikeli ilişkiye odaklanıyor. Özellikle manipülasyon meraklıları tarafından kaçırılmaması gereken bir yapım olan The Great Hack, sosyal medyanın dehşet verici gücünü bir kez daha fark etmemize de katkı sağlıyor.
It: Chapter Two
Korku filmi olmaktan çok korku üzerine bir film olan It: Chapter Two, insanı yakalamayı ve eski yara izlerini sızlatmayı başarıyor. Film, kitapla paralel bir yapı izleyerek iki dönem arasında gidip geliyor ve temelini “hatırlamak” üzerine kuruyor. Üzerinden uzun zaman geçen ve başa çıktığımızı düşündüğümüz, en derinlere gömdüğümüz korkularımızla nasıl yüzleşeceğimiz ve onları nasıl yeneceğimiz üzerine bir film olan It: Chapter Two’nun her bir karesi bunun bir metaforu olarak ilerliyor. Filmin oyuncu seçimi ve oyunculukları da göz dolduruyor. Bu ikinci filmde yer alan oyuncular ilk filmdeki oyunculara fiziksel olarak oldukça benziyorlar.
The Burial Of Kojo
The Burial of Kojo, büyülü ve gerçekçi bir mercekten Esi’nin hikayesini izlerken, babası Kojo ve amcası Kwabena arasında yaşanan çalkantılı ilişkiye de yer veriyor. Müzisyen – besteci Samuel “Blitz” Bazawule’nin yönettiği film izleyiciyi Gana’nın güzel topraklarına, yaşam ve ölüm arasında var olan diğer dünyalara götürülen genç bir kızın gözleriyle iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Bir gazete makalesinden ve Kickstarter kampanyasından doğan Bazawule, koşullar güzel olmasa bile bir ailenin sahip olduğu güzelliği ustaca yakalayıp seyirciye aktarıyor. The Burial Of Kojo, cesaret ve hayatta kalma konusunda temel bir insan hikayesi olarak dikkat çekiyor. Sevgi bağları pişmanlıklardan ve kızgınlıklardan oluşsa da Esi’nin sıcak retrospektif görünümünde yine de hayati ve ilham verici olmaya devam ediyor.
American Factory
Ohio eyaletinin Dayton şehrinde bulunan General Motors fabrikasında çalışan on binlerce kişi 29008 yılında fabrikanın kapanması ile işlerini kaybetmişti. 3 yıl sonra aynı fabrikanın yerine Fuyao isimli Çin menşeili otomotiv camı üreten bir markanın gelmesi ile başlayan süreçleri anlatan belgesel üretim sektörünün tüm zorluklarını gözler önüne seriyor. Ayrıca karşılaşılan iş güvenliği riskleri ve sendikalaşmayı önleyebilmek adına yapılan düzenbazlıklar da dikkat çekiyor. Bir kültür çatışmasının trajik hikayesi olarak da yorumlanabilecek olan American Factory aynı zamanda emeğe karşı sermayenin öyküsünü de anlatıyor. 115 dakikalık bu belgeselin küreselleşme, kültürel farklılıklar, otomasyon ve işçi hakları üzerine de pek çok tartışmanın başlamasına sebep olduğu biliniyor.
One Cut Of The Dead
Shin’ichiro Ueda’nın kült klasiği, eski bir atık su artıma tesisinde zombi filmi çekmeye çalışırken gerçek zombilerin saldırısına uğrayan bir film ekibinin hikayesini anlatıyor. Korku – komedi türündeki film düşük bütçeli ve kaliteli işler arasında yer alıyor. Zekice tasarlanmış filmin kırılma noktası ise 37.dakikada gerçekleşiyor.
Tigers Are Not Afraid
Guillermo Del Toro’nun karanlık fantezilerinden ilham alan yönetmen Issa Lopez, Tiger Are Not Afraid’de hem kişisel hem de politik nitelikteki travmalara dayanan modern bir masal anlatıyor. Latin Amerika’nın büyülü gerçekçilik geleceğinden yola çıkan ve Guillermo Del Toro’nun erken dönem çalışmalarından etkilenen Lopez, Meksika uyuşturucu savaşının geride bıraktığı çocukların hayatlarını keşfetmek için fantezi ve korku objektifini kullanıyor. Meksika sokaklarındaki çocukların karşı karşıya kaldığı tehlikelerin metaforlar yolu ile anlatımını da içeren film sosyal açıdan çok sert gerçeklerle yüzleşmemizi sağlıyor.
Dolemite Is My Name
Yapımcılığını Eddie Murphy’nin üstlendiği filmin yönetmen koltuğunda Craig Brewer oturuyor. 1975 yılında çekilen Dolemite isimli filmde görev alan ekibin hayatına dair biyografik bir çalışma olan film samimi tarzı, senaryosu, oyunculukları ve yaşattığı kahkaha dolu anlar için alkışı hak ediyor. Dolemite Is My Name her karakterinin birbirinden hoş ve samimi olması sayesinde siyahilere yapılan ırkçılığı kesinlikle bir drama unsuru eklemeden hatta biraz da tiye alarak anlatmayı başarıyor. Eddie Murphy’nin dönüş filmi olma özelliğini de taşıyan Dolemite Is My Name, Rudy Ray Moore’un gece kulübü gösterilerinden sinemaya yükselişinin hikayesini son derece sıcak bir dille anlatıyor.
Skin
Jamie Bell, kariyerinin performansını Oscar ödüllü yönetmen Guy Nattiv’in gerçek olaylara dayanan hikayesinde yüzü dövmeli bir Neo-Nazi olan Bryon “Babs” Winder olarak sergiliyor. Film, ırkçı düşüncelere sahip bir adamın zaman geçtikçe bu düşüncelerden uzaklaşmasını ve kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışmasını anlatıyor. Aşık olduktan sonra kendisini çevreleyen insanları ve ahlaki değerlerini sorgulamaya başlıyor. Ve bu yolculuk tamamen gerçek bir hikayeye dayanıyor. Acımasız ve eleştirmekten kaçınmayan Skin, herkesin izleyebileceği ya da sevebileceği filmler arasında yer almıyor. Ancak gerçek sinemaseverlerin bu filmi kaçırmamasını öneriyoruz.
The Dead Don’t Die
Amerikan bağımsız sinemasının hayatta olan en önemli yönetmenleri arasında yer alan Jim Jarmusch’un yönetmenliğinde muhteşem bir kadroyu bir araya getiren The Dead Don’t Die bir anda ortaya çıkan zombi salgını etrafında şekilleniyor. Vatandaşlar salgından etkilenmeye başlayınca kasabanın yerel polisleri halkı koruyacak önlemler almaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. Bir zombi komedi filmi olan The Dead Don’t Die, zaman zaman seyirciyle de günümüz dünyasıyla da dalga geçmekten geri kalmıyor. Jarmusch, tüketim toplumuna yönelik kınayıcı tavrını alaycı mizah tarzı ile dile getiriyor. Filmdeki zombiler, klasik zombilerin aksine kendilerine özgü bireysel arzuları ile birbirlerinden farklılaşıyorlar. Jarmusch bu sayede topluma ve kapitalizme inceden bir eleştiri göndermiş oluyor.
Her Smell
90’lı yıllara damga vuran bir punk rock grubunun kahramanı olan ancak eski şaşaalı günleri geride kalan bir punk şarkıcısının hayatındaki sorunlarla baş etmeye çalışmasını anlatan Her Smell’in yönetmenliğini Alex Ross Perry yapıyor. Elisabeth Moss ise Alex Ross Perry’nin bu müthiş filminde sergilediği rock yıldızı rolü ile izleyiciyi heyecanlandırıyor ve bağımsız sinemaya prömiyerini 43.Toronto Film Festivali’nde yapan bu film ile geri dönüyor. Filmin baş karakteri çevresindeki insanlara, hayata ve ilişkilere meydan okumaktan kaçınmayan cesur karakteri ile beğeni topluyor.
The Art Of Self Defense
Jesse Eisenberg’ün başrolünde yer aldığı bu kara komedi, bir gece motosiklet çetesinin saldırısına uğrayan ve bu saldırıdan sonra kendini korumayı öğrenebilmek için mahallesindeki karate kursuna katılan Casey’nin öyküsünü anlatıyor. Orijinal bir senaryoya sahip olan The Art Of Self Defense, absürt komedi gibi başlayıp ilerlemesine rağmen izleyicide rahatsızlık uyandırmayı da başarıyor. Film konuyu işleyişindeki orijinallik ile izleyiciyi kolayca avucunun içerisine alabiliyor. Riley Stearns, kişisel ve toplumsal sorunları trajikomik bir şekilde ele aldığı filminin odak noktasına sosyal kaygıları ve anksiyete bozukluğu olan bir karakteri yerleştiriyor. Bununla birlikte günümüz dünyasına sert eleştirilerini göndermekten de çekinmiyor.
Toy Story 4
Bir geri dönüşüm projesi olarak yaratılan ve kaşıktan yapma bir oyuncak olan Forky’nin macerasını anlatan efsanevi serinin dördüncü filminin yönetmenliğini Josh Cooley yapıyor. Toy Story 4 içine düşünsellik katan bir filmi epik bir maceraya dönüştürmeyi başarıyor. Küçük bir hikayeye rağmen kocaman bir çatışma barındıran Toy Story 4 görüş ayrılıklarının mücadeleleri ve duygusal ilişkileri nasıl etkilediğine, farklı görüşleri dünyayı nasıl algıladığına hatta farklı felsefelerin yaşamda yer alan olguları nasıl yorumladığına dikkat çekiyor. Varoluşu oyuncaklar üzerinden şekillendiren film insanları ise oyuncaklar üzerinden metaforlaştırıyor.
—
Bu İlginizi Çekebilir: En İyi Anime Filmler: Fantastik Bir Dünya’da Kaybolmak İsteyenleri Buraya Alalım
—
Greta
Isabella Huppert’ın oyunculuğuna bir kez daha şapka çıkardığımız Greta izleyiciyi fazlasıyla germeyi başarıyor. Greta, yabancıların iyiliğinin kötü amaçlarla nasıl sömürülebildiğini ve bazı zamanlarda yapılan yardımların travmatik deneyimlere yol açabileceğini gözler önüne seriyor. Gerilim – dram türünün başarılı örneklerinden olan Greta, 50’li yaşlardaki baş karakterinin sıra dışı eylemler gerçekleştirip yalnızlığı ile baş etme çabalarını konu alıyor. Daha önce pek çok kez benzerleri ile karşılaştığımız bir konuyu işlese de Greta özellikle Isabelle Huppert’ın göz dolduran performansı sayesinde izleyicilerini sıkmadan kendini son ana kadar izlettiriyor.
Avengers: End Game
Marvel, on yıldan fazladır süren birbirine bağlı filmlerinin sonucu olan Avengers: End Game ile alabileceği belki de en iyi sonucu alıyor. Marvel Sinematik Evreni’nin sinema tarihinde yer alan en büyük ve en geniş çaplı proje olduğunu tartışmaya gerek bile bulunmuyor. 2008 tarihli Iron Man’den bu yana 22 uzun metrajlı sinema filmi ile 3 televizyon dizisi tamamen büyük bir anlatının parçalarını oluşturuyordu. Bu anlatının finalini oluşturan Avengers: End Game’in muhteşem bir veda olarak tasarlandığı fark ediliyor. Üç saat boyunca izleyiciye neredeyse her duyguyu yaşatmayı başaran Avengers: Endgame’de sıradan insan nüfusunun süper kahraman nüfusundan daha az olduğu dikkat çekiyor. İzleyicinin uzun zamandır bir arada görmediği kahramanları yan yana getiren film temposunu güzel diyaloglarıyla ve duygusal bağlarıyla güçlendiriyor. İzleyicinin uzun süren bekleyişinin hakkını fazlasıyla veren Avengers: End Game kadrosu başta olmak üzere pek çok açıdan serinin efsanesi olarak anılmayı hak ediyor.
Destroyer
Abartıdan ve süsten uzak son derece sade bir intikam filmi olan Destroyer, Nicole Kidman’ın oyunculuğu ile ışıldıyor. 2 saatlik film biraz yavaş ilerliyor ancak sürpriz sonu ile izleyicisini ters köşeye yatırıyor. Alışılagelmiş intikam filmlerinin klişelerine kapılmayan film; daha gerçekçi ve daha mantıklı bir tablo çiziyor. Dedtroyer aksiyonu, hikayesi ve özellikle de kurgusu ile beğenileri topluyor. Karyn Kusama’nın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan film, geçmişi ve geleceği arasında bir bağ kurmaya çalışan bu esnada da kendi kişisel kurtuluşunun peşinden koşan bir dedektifin öyküsüne yer veriyor. Film baş karakterinin ruhsal çöküntüsünü anlatabilmek için geçmiş ve gelecek arasında gidip geliyor.
Rocketman
Bohemian Rhapsody’i sevdiyseniz Rocketman’i de seveceksiniz. Eğer Bohemian Rhapsody’i sevmediyseniz de Rocketman’i seveceğinizi rahatlıkla söyleyebiliyoruz, çünkü Rocketman çok daha iyi! Müzik sektörünün efsanevi isimlerinden olan Elton John’un Royal Müzik Akademisi’nden süper starlığa uzanan öyküsünün anlatıldığı Rocketman ünlü şarkıcının söz yazarı Bernie Taupin ile olan iş birliğine de değiniyor. Ünlü müzisyenin çocukluk yıllarından başlayarak yükseliş hikayesini tüm ihtişamı ile gözler önüne seren Rocketman Elton John’un bakış açısını yansıtan bir film olması nedeni ile de ön plana çıkıyor.
Burning
Burning kesinlikle 2019’un en akılda kalan filmleri arasında yer alıyor. Lee – Chang Dong imzalı Burning yönetmenin sekiz yıl aradan sonra çektiği film olması nedeni ile de büyük önem taşıyor. Haruki Murakami’nin Bari Burning isimli öyküsünün başarılı bir uyarlaması olan film öykünün iskeletini alıp onu dallandırıp budaklandırıyor. Bunu öykünün özünden kopmadan yapmayı başarırken öykünün ele aldığı konuyu derinleştirmeyi de başarıyor. Filmin merkezinde ilk romanı üzerinde çalışırken aynı zamanda da hamallık yapan yirmili yaşlarında bir yazar adayı olan Lee bulunuyor. Filmde aşk üçgeninin ortaya çıkması ile belirgin bir kırılma yaşanıyor. Lee’nin acemiliği yönetmenin ustalığı ile birleşerek izleyiciye seyir şöleni yaşatan müthiş bir zarafet ortaya çıkıyor. Lee – Chang Dong yalnızca 2019’un değil tüm zamanların en özgün sinema yapıtlarından birine imza atmış bulunuyor.
Foxtrot
Samuel Maoz imzalı film üç bölümden anlatılıyor. Yönetmenin başarısı her bölümde hikayenin en can alıcı noktalarını etkileyici bir şekilde izleyicisine sunmasında yatıyor. Film normal akışında ilerlerken Samuel Maoz, hikayenin akışı üzerinde önemli rol oynayan ve ters köşeye yol açan noktaları ustalıkla işleyerek duyguların da karışmasına neden oluyor. Konusu oldukça müsait olmasına rağmen hiçbir şekilde izleyicinin duygularını istismar etmeyen Foxtrot eğlenceyi de üzüntüyü de abartmadan yansıtmayı tercih ediyor. Çekimlerinin kalitesi ve güzelliği ile dikkat çeken filmin görüntü yönetmeni kesinlikle alkışları hak ediyor. Filmin duygu aktarımlarındaki ve geçişlerindeki başarısı ile izleyicinin üzerinde büyük bir etki yaratıyor ve izleyicisini filmin içerisine çekiyor. Az sayıda oyuncu ile etkileyici bir dram filmini beyazperdeye taşıyan Foxtrot kimi zaman ağır kalan temposuna rağmen kendisini izletmeyi başarıyor.
The Favourite
Kraliçe Anne’in sağ kolu olan Lady Sarah ve saraya yeni gelen hizmetçi Abigail arasında yaşanmakta olan mücadeleyi anlatan The Favourite’in yönetmeni Yorgos Lanthimos bu filmi ile alışılmış tarzının dışına çıkıyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan The Favourite son dönemin en başarılı tarihi dram filmlerinden olup oyuncu kadrosu ile de göz dolduruyor. 17.yüzyıl İngiltere’sinin hükümdarı Kraliçe Anne’in politikalarını etkileyen perde arkası olaylarına odaklanan The Favourite 2019 Oscar Ödülleri’nde 10 dalda adaylığa sahip bulunuyor. Dahil olduğu türün kalıplarının yanı sıra toplumsal normları ve beklentileri alt üst eden film izleyicilere keyifli bir film izleme imkanı sunuyor.
Eight Grade
Son yıllarda izleyicilerin en çok ilgi gösterdiği temalardan biri olan büyüme hikayelerinin arasına dahil olan Eight Grade en etkileyici bağımsız yapımlar arasında yer alıyor. Lise öncesi mezuniyetine hazırlanan aynı zamanda da çok içine kapanık bir genç olan Kayla çektiği videoları internette yayınlayarak kendini ifade etmenin bir yolunu buluyor. Bu temada çekilen pek çok film olsa da Eight Grade getirdiği yepyeni soluk ile türün en iyi örnekleri arasında yer almayı şimdiden garantiliyor. Gerçekçi ve güçlü senaryosunun yanı sıra akıcılığı ile de dikkat çeken Eight Grade dönemin çocuklarına ilişkin son derece doğru tespitlerde bulunuyor.