Netflix’te onlarca farklı türde çok sayıda film bulunuyor. Bu kadar çok film içerisinden en iyilerini ya da size en çok hitap edecek olanları bulmak kolay olmuyor. Biz de size Netflix’teki en iyi 50 filmin yer aldığı bu listeyi hazırlayarak yardımcı olmak istiyoruz.
Rachel Getting Married (2008)
Sorunlu bir çocuğun büyük bir aile etkinliği için eve dönmesinin şimdiye kadar hiç anlatılmamış bir hikaye olduğunu biliyoruz. Ancak Jenny Lumet’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini Jonathan Demme’nin yaptığı Rachel Getting Married ayrıntılı bir şekilde gözlemlenmiş detayları ve duygusal gerçekleri ile benzerleri arasından sıyrılıyor. Tamamen gerçek hayatı yansıtan film Hollywood klişelerinden uzak duruyor. Dram ağırlıklı olmasına rağmen eğlenceli sahneler ile dozun çok iyi ayarlanması donucu izleyici sıkılmıyor. Ayrıca filmin kardeşler arasındaki çekişmeyi de çok iyi anlattığını belirtmeden geçmek istemiyoruz. Anne Hathaway oyunculuğundaki başarı sayesinde karakterinde gerçekleşen duygusal dalgalanmaları seyirciye dramatize etmeden yansıtarak filmin başarısına önemli bir katkıda bulunuyor.
Zodiac (2007)
David Fincher’ın çığır açan seri katil – gerilim filmi Seven idi. Ancak 2007’de kendisine yeni bir proje geldiğinde bu gizemi tekrar etmek istemediğine karar verdi. Gerçek hayatta Zodiac katili asla yakalanmadığı ya da suçundan dolayı yargılanmadığı için Fincher, gerçek bir suç hikayesini beyazperdeye aktarmanın kendisine sağlayacağı yararı önemsemedi. Bunun yerine yıllarca iz sürmeyi sağlayacak bir takıntıya odaklanan bir film çekip tatmin edici bir sonuç aldı. Seri katil filmleri hakkında ezber bozan Zodiac, oyuncu seçimindeki başarı ile de övgüyü hak ediyor. Film hem görsel olarak hem de anlatım tarzı olarak karakterlerin seri katili takip sürecini ve zaman aralıklarını çok etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Uzun metrajlı ve ağır ilerleyen bir filme heyecan unsurlarını eklemeyi başarması da David Fincher’in yönetmenliğinin başarısını ortaya koyuyor.
Star Wars: The Last Jedi (2017)
Serinin 8.filmi olan Star Wars: The Last Jedi aynı zamanda bir Walt Disney filmi olma özelliğini de taşıyor. Bir Jedi’ın uzay boşluğuna düşmesi durumunda neler olacağını göstermesi gibi yeniliklere de imza atan Star Wars: The Last Jedi ışık hızında hareket etmekte olan bir uzay gemisini takip etmeyi mümkün hale getiren teknolojiden de bizi haberdar ediyor. Finn, Poe ve Luke Skywalker ile destansı yolculuğuna devam eden Star Wars: The Last Jedi hayranlarının kalbinde üst sıralardaki yerini koruyor.
The Ballad Of Buster Scruggs (2018)
Joel ve Ethan Coen kardeşlerin imzasını taşıyan The Ballad Of Buster Scruggs; bazıları şaka kadar kısa ve basit bazıları ise harika bir kısa öykünün zenginliğiyle ve derinliğiyle değişen uzunluklarda ve stillerde bir dizi hikayeden oluşan antoloji filmi olup Eski Batı’da geçiyor. Amerikan kültürüne ve geçmişine son derece hakim olan Coen kardeşler, bunu beyazperdeye de çok etkili bir şekilde yansıtıyorlar. Altı farklı hikayenin her biri izleyicide farklı tatlar bırakıyor. Ve hayatın kusursuz bir döngüden olmadığının altını çiziyor. Film vahşi batıya özgü hikayeleri Coen kardeşlerin kendilerine has karakterleri ile harmanlıyor. Yerine göre eklenen mizah unsurları ile her hikayede düşündürmeyi, şaşırtmayı, eğlendirmeyi başaran bir film ortaya çıkıyor. Senaryo, fotografik görüntü ve oyunculuklar açısından da ortaya oldukça tatmin edici bir iş çıkarıldığını kabul etmek gerekiyor. Hepsi birer kısa film tadında olan hikayelerin hepsinin izleyicide merak uyandırıyor olması da yönetmenlerin başarısının bir kanıtı olarak kabul edilebiliyor.
Jackie Brown (1997)
Video kaset dükkanında çalışırken izlediği filmler ile kendini yetiştiren Quentin Tarantino’nun sinemanın en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu hatırlatmamıza gerek var mı bilmiyoruz. Tarantino’nun izleyicisini psikopat suçluların, madde bağımlılarının dünyasında bir gezintiye davet ettiği filmler bol miktarda da şiddet ve kan içeriyor. Elmore Leonard’ın 1992 yılında yazdığı Rum Punch isimli romanından uyarlanan Jackie Brown havayolu şirketlerinden birinde hostes olan Afro – Amerikalı orta yaşlı bir kadının hayatından bir kesit sunuyor. Maaşı yetmediğinden geçinebilmek için yasa dışı işlere de bulaşan kadın hem hayatta kalma savaşı veriyor hem de diğer suçlularla ve polislerle olan mücadelesine devam ediyor. Tarantino’nun bu filminde “Blaxploitation” denilen siyah sömürü sinemasına da bir miktar özendiği görülebiliyor. Ortalamanın üzerindeki bu suç filmi Tarantino’nun az bilinen filmlerinden olsa da türün meraklılarının ilgisini fazlasıyla hak ediyor.
Cloudy With A Chance Of Meatballs (2009)
Yalnızca çocukların değil her yaştan insanların sıkılmadan izleyebileceği bir film olan Cloudy With A Chance Of Meatballs, açgözlülüğün neden olabileceği sonuçları animasyonun da sağladığı olanaklar ile ütopik bir şekilde anlatıyor. Filmde aşırı derecede emek harcanmış olduğu etkileyici boyuttaki görsellerden kolaylıkla anlaşılabiliyor. Senaryo son derece sürükleyici olmasının yanı sıra daha önce işlenmemiş, farklı bir konuyu ele alması nedeni ile de izleyicinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Filmin kahramanı Flint Lockwood, kasaba halkını mutlu etmek için suyu yiyeceğe dönüştüren bir mucit olup icat ettiği makinenin patlaması ile kasabanın üzerine hamburgerler yağmaya başlamasına neden oluyor. İnsanların daha fazla yemek istemesi üzerine makine makarna kasırgalarıyla dev köfteler üretmeye başlıyor. Kurtuluş ise Flint’in makinesini durdurması ile gelecek gibi görünüyor.
The Matrix (1999)
The Matrix 1999 yılında gösterime girdiğinden bu yana şüphesiz en çok konuşulan filmlerin başında geliyor. Andy Wachowski ve Lana Wachowski’nin yönetmenliğini yaptığı ve daha sonra bir seriye dönüşen The Matrix, bir yazılım şirketinde çalışan geceleri ise bilgisayar korsanlığı yapan Thomas Anderson nam-ı diğer “Neo” ile tanışmamızı sağlıyor. Aynı zamanda yasa dışı işler de yapan Neo bir gün bilgisayarını hackleyen biri ile konuşuyor ve onunla görüşmeye gidiyor. Macera da işte tam bu noktada başlıyor. Yalnızca bu ilk filmde değil serinin tamamında seçimler en önemli rolü oynuyor. Filmin ilk seçimi ise Neo’nun yaptığı kırmızı hap seçimi ile karşımıza çıkıyor. Felsefi bir mit üzerine kurulu olan The Matrix, ilerleyişi esnasında dini ve mitolojik pek çok konuya da değiniyor. Sinemada kült mertebesinde ve devrim niteliğinde kabul edilen bu yapım senaryosu ve çekim teknikleri ile dönemin imkanlarına göre çıtayı oldukça yükseklere çıkarıyor. Hatta kimi eleştirmenler sinemanın Matrix’ten önce ve Matrix’ten sonra olarak değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekiyorlar.
Moonlight (2016)
Barry Jenkins imzalı Moonlight’ın 89.Akademi Ödülleri’nde 8 dalda adaylığı bulunuyor. Bunun yanı sıra film Altın Küre En İyi Film Ödülü’ne de sahip bulunuyor. Kitaptan beyazperdeye uyarlanan Moonlight, başkarakteri olan Chiron’un çocukluğundan yetişkinliğine kadar yüzleşmek zorunda kaldığı kimlik bunalımı üzerinde ilerliyor. Filmde 3 farklı zamanda 3 farklı Chiron karşımıza çıkıyor. Little, Chiron ve Black olarak adlandırılan bu bölümlerden Little’da karakterin büyümesi ile birlikte yaşadığı değişimler, kimlik arayışının yanı sıra fark ettiği kimliğini saklama çabalarının çocukluğunda yaşadığı travmalar nedeniyle şekillendiği etkileyici bir dille anlatılıyor. Moonlight Holloywood’da çok da sık rastlanmayan alt sınıftan, siyahi ve eşcinsel bir erkeğin büyüme hikayesini anlatıyor olması nedeni ile de sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Yönetmenin filmin ilerleyişi esnasında kullandığı renk ve su metaforlarının yanı sıra filmin görsel gücünün ve başarılı oyunculukların da filmin başarısına katkı sağladığını kabul etmek gerekiyor.
Trainspotting (1996)
Irvine Welsh’in muhteşem kitabından Danny Boyle tarafından beyazperdeye aktarılan Trainspotting, bağımlılığın getirdiği karanlıkla sert bir şekilde tanışmamızı sağlıyor. 20’li yaşlardaki gençlerden oluşan bir arkadaş grubunun bağımlılığını konu eden Trainspotting, yalanlar ve bahaneler olmadan gerçekliği anlatmaya odaklanıyor. Başkahramanlar kendi gerçeklikleri ile yüzleşirken uyuşturucu ile alakası olmayan insanları bile etkisi altına almayı başarıyorlar. Filmin soundtracki de son derece başarılı olup film içerisindeki sahnelerin etkileyiciliğin artırılmasında önemli bir rol oynuyor. Trainspotting, baştan sona kadar anlattıklarıyla ve sahneleriyle izleyicisini huzursuz etmeyi başarıyor. Sinemanın kült filmleri arasında yer alan film kimi sinema eleştirmenleri tarafından uyuşturucu ve uyuşturucu bağımlılığı ile ilgili olarak dünya üzerinde yapılan en iyi film olarak değerlendiriliyor.
Raiders Of The Lost Ark (1981)
Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı Raiders Of The Lost Ark sinema klasikleri arasında yer alıyor. Harrison Ford ile Karen Allen’ın başrollerini paylaştığı film, Indiana Jones üçlemelerinden biri olması ile de dikkat çekiyor.
Taxi Driver (1976)
Sinema tarihinin en önemli filmlerinden olan Taxi Driver, ele aldığı dönemi işleyişindeki kusursuzluğu, oyuncularının ve yönetmeninin performansı, müziği, görüntüleri, kurgusu ve senaryosu ile tamamen kusursuz bileşenlerden oluşuyor. Sinema tarihinin en iyi açılış sahnelerinden birine sahip olduğu kabul edilen film, çalışmak için New York’a gelen bir taksi şoförünün zaman içerisinde geçirdiği değişimleri ve kendisini toplumu kurtarıp pislikleri temizlemeye adamasının hikayesini anlatıyor. Martin Scorsese’in kült filmlerinden olan Taxi Driver, Robert De Niro’nun kariyerindeki en önemli filmlerden biri olma özelliğini de taşıyor. İnsanların toplum içerisinde yalnız bırakılmasının ve dışlanmasının ne gibi sonuçlara yol açabileceğini görsel bir şölen olarak izleyicisine sunan Taxi Driver, temelinde ruh hastası olan bir adamın sosyal iletişimsizlik nedeni ile katil olmaya adım adım gidişinin hikayesini ilmek ilmek işliyor. Film aynı zamanda son derece yerinde kullandığı toplumsal ve politik mesajlar ile dönemin Amerika’sına eleştirilerini yöneltmekten de kaçınmıyor.
Monty Python And The Holy Grail (1975)
İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde kullandığı Kutsal Kase’yi arayan şövalyelerin yaşadıkları macerayı konu alıyor. Bu arada da İngilizlerin ünlü Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyelerini biraz tiye almaktan da geri kalmıyor. Yönetmenliğini Terry Jones ve Terry Gilliam’ın yaptığı aynı zamanda da birlikte rol aldıkları film komedi türünün tüm gereklerini yerine getirmesinin yanı sıra absürt sahneleri ile de sinemaseverlerin kalbinde yer ediyor. Oyuncuların birden fazla karakter ile izleyicinin karşısına çıktığı film müzikleriyle de izleyicisine hitap etmeyi başarıyor. Kral Arthur efsanesinin parodisi olan Monty Python And The Holy Grail; cesaret, erdem, kahramanlık ve inanç öyküsü olan efsaneyi adeta ters yüz ediyor.
Roma (2018)
Alfonso Cuaron’un yönetmenliğini yaptığı Roma, bir insanın kişisel anılarının bambaşka coğrafyalarda yaşayan insanların kalbine nasıl dokunabileceğinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. 1970’lerin Meksika’sında geçen ve hem siyah beyaz hem İspanyolca çekilen bu filmde; kadın olmaya, aile kavramına, toplumsal olaylara ve sınıfsal farklılıklara adeta şiirsel bir bakış açısından yaklaşılıyor. Altın Aslan Ödülü’nü sahibi olan film, Meksika’nın Roma mahallesinde yaşamakta olan bir ailenin ilişkilerinden yola çıkarak birbiri ile kesişen öykülerin etrafında şekilleniyor. Filmin görüntü yönetmenliğini de bizzat üstlenen Alfonso Cuaron’un senaryoyu kendi çocukluk anılarından hareketle yazmış olması da izleyicinin filme bakışını farklılaştıran etkenler arasında yer alıyor. Ana akım sinemanın sınırları içerisinde politik bir film izlenimi yaratan Roma, kesinlikle akla değil duygulara hitap eden bir film olarak izleyicinin kalbini çalmayı başarıyor.
Hell Or High Water (2016)
Bir western olan Hell or High Water’da, bankaya olan borçları nedeniyle zor durumda olan ve tek varlıkları olan aile çiftliklerini bu ipotekten kurtarmak için mücadele eden iki kardeşin yaşadıkları anlatılıyor. İskoç yönetmen David Mackenzie’nin bu filminin kadrosunda Chris Pine, Ben Foster ve Jeff Bridges yer alıyor. Modern zaman kovboylarının cool tavırlarını da barındıran filmin kardeşlik bağları üzerine söyleyecek sözleri olduğu görülebiliyor.
The Squid And The Whale (2005)
1986 yılının Brooklyn’inde geçen film, Berkman ailesinin özel hayatlarındaki sıra dışı ilişkilere odaklanıyor. Ebeveynlerinin evliliklerini noktalama kararı alması üzerine oğulları karmakarışık duygular ile baş etmek zorunda kalıyorlar. Bu geçiş döneminde ortaya çıkan gerilimler sonucunda ailenin tüm bireyleri hem kendilerini hem de aralarındaki ilişkilerini yepyeni bir gözle değerlendirmeye başlıyorlar. Noam Baumbach’ın yönetmenliğindeki film, senaryosundan yönetimine oyunculuklarından kullanılan müziklere kadar dört dörtlük bir yapım olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.
A Single Man (2009)
Tom Ford’un yönetmen koltuğunda yer aldığı A Single Man, orta yaşlı eşcinsel bir İngilizce öğretmeninin, yıllardır birlikte olduğu sevgilisinin ölümünün ardından geçirdiği bir günü anlatıyor. Adeta yaşadığı döneme yabancılaşmış bir adamın hikayesi olan film, aynı zamanda modacı olan Tom Ford’un ilk yönetmenlik denemesi olarak da dikkat çekiyor. Film ana karakterinin iç dünyasını çok incelikli bir şekilde yansıtmayı başarıyor. Film, Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından uyarlanmış olup güçlü oyunculara kadrosunda yer veriyor. Dönemin atmosferini son derece etkileyici bir şekilde gözler önüne seren film 1969’ların Los Angeles’ında geçiyor. Moda sektöründe oldukça deneyimli olan Tom Ford, bu deneyimi ile mekanlar ve kostümler açısından müthiş bir renk uyumu yakalıyor.
The Witch (2016)
17.yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan bir ailenin başına gelen büyük felaketlere odaklanan film; gizem ve tarihi öğelerle dolu bir gerilim filmi olarak dikkat çekiyor. Hem geleneklerini hem de inanışlarını koruyabilmek adına kendilerini toplumdan soyutlamayı tercih eden ve hayatlarını kendi kurdukları düzen içerisinde sürdüren ailenin karanlığa doğru adım adım ilerleyişi karanlık bir atmosfer içerisinde anlatılıyor. Söz konusu dönemlerin en tartışmalı konuları olan din ve büyücülük, bu filmin de ana temasını oluşturuyor. Din ve tarih konularını gerilim unsurları ile bezeli bir şekilde izlemek isteyenlerin The Witch’i kaçırmamasını öneriyoruz.
Pulp Fiction (1994)
Birbirinden aykırı tiplerin yollarının kesişmesini anlatan Pulp Fiction’un 7 dalda Oscar adaylığı ve En İyi Orijinal Senaryo Ödülü bulunuyor. Ayrıca Pulp Fiction 1994 Cannes Film Festivali’nin en iyi film ödülü olan Altın Palmiye Ödülü’ne de sahip bulunuyor. Sinemanın altın çocuğu olarak adlandırılan Quentin Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı Pulp Fiction, kaliteli oyunculukları, muhteşem senaryosu ve olağan dışı müzikleri ile sinemanın başyapıtlarından biri olarak kabul ediliyor. Karakterlerin planladığı her şeyin ters gitmesi ve başlarına kötü şeyler gelmesi filmi unutulmaz yapan etkenler arasında yer alıyor. Parçalı kurgu ile zaman ve mekan kavramlarını yok eden böylece geçmiş ve gelecek arasındaki sınırları ortadan kaldıran Pulp Fiction, IMDB listesinin de üst sıralarında yer alıyor.
The Blackcoat’s Daughter (2017)
Zorlu hava koşullarının yol açtığı engellerden dolayı ailesinin yanına dönemeyen, eğitim görmekte olduğu ve sadece kızların okuduğu yatılı okulda kaldığı sürede arkadaşları ile birlikte kabus dolu günler geçiren Joan’in hikayesini anlatan The Blackcoat’s Daughter’ın yönetmenliğini Oz Perkins yapıyor.
Room (2015)
Yıllarca esaret altında tutulan bir genç kadının oğlunun yardımı ile kaçmaya çalışmasının anlatıldığı ve Lenny Abrahamson’un yönetmenliğini yaptığı film, Emma Donoghue’nın kitabından uyarlanıyor.
Anne ve çocuğu arasındaki ilişki ile izleyenlerin içini ısıtırken film bittikten sonra uzun süre etkisinden çıkmayı da imkansız hale getiriyor. İzlemesi son derece zor olabilecek bir konunun bu kadar sıkılmadan izlenmesinin sağlanmasında yönetmenin olduğu kadar oyuncuların başarısının da rolü bulunuyor. Sinema eleştirmenleri filmdeki çocuk oyuncunun performansının, sinema tarihinin en iyi çocuk oyuncu performansları arasında yer aldığı konusunda görüş birliğine varıyorlar. Baştan sona sürükleyiciliğini koruyan Room aynı zamanda fazlasıyla da duygu yüklü bir film olarak son yılların en iyi filmleri arasında anılmayı hak ediyor.
Private Life (2018)
Tamara Jenkins’in hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenliğini yaptığı Private Life, çocuk sahibi olmaya çalışan kırklı yaşlardaki bir çifti merkezine alıyor. Film izleyicilerini bir yandan rahatsız edici gerçeklerle yüzleştirirken diğer yandan da düştükleri yerden kalkıp yollarına devam etmeleri için elini uzatmaktan kaçınmıyor. Trajikomik bir döngüyü, eğlenceli ve dokunaklı bir şekilde yansıtabiliyor. Son derece samimi bir film olan Private Life, sinema seyircisini ilk sahnelerden itibaren avucunun içerisine alıyor. Senaryonun akıcılığının da etkisi ile izleyenler karakterlerin her duygusuna ortak olabiliyor. Private Life; incelikle işlenen diyalogları, hüzün ve ironi unsurları ile sinemanın başyapıtları arasında yer almayı fazlası ile hak ediyor. Yer yer güldüren yer yer duygusallaşan filmi, türünün en iyilerinden biri olarak kesinlikle izlemenizi öneriyoruz.
Good Night, And Good Luck (2005)
2005 yılında Venedik Film Festivali’nin en beğenilen filmlerinden biri olan Good Night, And Good Luck, Amerika’da televizyon gazeteciliğin gelişmeye başladığı 1950’li yıllarda geçiyor. Dönemin hızlı gazetecileri arasında adı anılan Edward R.Murrow ekibi ile birlikte Josepf McCarthy’i mercek altına alıyor ve McCarthy döneminin sona ermesi ile sonuçlanan süreci başlatıyor. Amerikan yakın tarihinde yaşanan önemli bir olayın bir bakıma belgeselleştirilerek anlatımı olan filmde, CBS ekibinin oynadığı sahneler dışındaki tüm sahnelerin eski görüntülerden montajlanmış olması dikkat çekiyor. Oyuncuların başarılı performansları ve başarılı sinematografisi ile göz dolduran Good Night, And Good Luck, özellikle dönemin Amerika’sını ve politikayı sevenler tarafından kaçırılmaması gereken filmlerden biri olarak kabul ediliyor.
My Happy Family (2017)
Ataerkil Gürcü toplumunu derinlemesine bir inceleme ile izleyicisinin karşısına çıkaran My Happy Family, 25 yıllık bir evliliği olan Manana’nın 52.yaş gününde evden ayrılmak istediğini söylemesi üzerine gelişen olaylar etrafında şekilleniyor. Değişik festivallerden pek çok ödül toplayan yapım izleyicinin aklında yaşadığımız hayatın seçtiğimiz hayat olur olmadığı sorusuna neden oluyor. Sorgulattığı meselelerin yanı sıra anlatmak istediklerini güçlü bir şekilde anlatabilmesi ile de dikkat çeken My Happy Family, her ne kadar bir aile dramı gibi algılansa da temeline bir kadını alması nedeni ile de ilgiyi hak ediyor. Bu yaşa gelmiş ve kurulu düzeni olan bir kadının neden bir anda böyle bir karar aldığını sorgulayarak Manana’nın iç dünyasının derinliklerine iniyor ve izleyicisini, aile kavramına bu sefer de bir kadının penceresinden bakmaya davet ediyor.
Blackfish (2013)
Farkındalık yaratma kapasitesi bulunan bu belgeselin yönetmenliğini Gabriela Cowperthwaite yapıyor. 2010 yılında profesyonel eğitmen Dawn Brancheau’nun katil balina Tilikum tarafından öldürülmesinden yola çıkan Blackfish, balinaların su parklarında nasıl esir tutulduğunu ve yalnızca parayı kıstas alan düzenin acımasızlığını izleyicilerinin gözleri önüne seriyor. Bu muhteşem canlıya “katil balina” diyen insanoğlunun ikiyüzlülüğünü de açıkça ortaya koyuyor. Belgesel; katil balinaların oldukça gelişmiş bir zekaya ve kültüre sahip olduklarını da yineliyor. Çok konuşulan ve pek çok tartışmaya da neden olan Blackfish, hayvan haklarının yanı sıra çalışan güvenliği konusunda da düşünülmesini sağlıyor.
A Separation (2011)
İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin düşük bir bütçe ile beyazperdeye aktardığı bu başyapıt kendi hikayesini temel alarak ve farklı bakış açıları sergileyerek İran toplumunu sorguluyor Son derece gerçek ve naif anlatımı ile film eksik ya da fazla değil tam da olması gereken şekli ile izleyicisinin karşısına çıkıyor. Herkesin karşı karşıya kalabileceği bir hikayenin anlatıldığı A Separation, mütevazi bir açılış yapsa da ardından dramatik sürprizler içeren alışılmışın dışında bir hikaye geliyor. Farhadi film boyunca izleyicilere düşünmeleri için fırsat veriyor. Yönetmenin başarısı biraz da pek çok başrol oyuncusuna yer verilen bir senaryoda her birinin içinde olduğu durumu tarafsız ve kusursuz bir şekilde aktarabilmesinden kaynaklanıyor.
Brother’s Keeper (1992)
Joe Berlinger ve Bruce Sinofsky’nin hazırladığı belgesel, Delbert Wart cinayet davasını ayrıntıları ile anlatıyor. Delbert’in 4 kardeşten oluşan ailesi, yarı okur – yazar çiftçiler olarak çalışıyorlar ve William’ın ölümüne kadar bir kulübede tecrit halinde birlikte yaşıyorlar. Yapılan polis soruşturması ve otopsi William’ın doğal nedenlerle ölmemiş olabileceğini ortaya koyunca Delbert ikinci derece cinayet suçlaması ile tutuklanıyor. Delbert polis soruşturması altında haklarından feragat edip bir itiraf imzalamış olsa da bunun baskı ile yaptırılmış olunması olasılığı da bulunuyor. Belgesel bu konudaki pek çok varsayımı araştırıyor.
Justin Timberlake + the Tennessee Kids (2016)
Jonathan Demme’nin son uzun metrajlı filmi Justin Timberlake’in 20 / 20 Experince dünya turunun son iki gecesinde çekilmiş olup Demme canlı bir konser performansının elektriğini, enerjisini ve eğlencesini muhteşem bir şekilde yakalayarak göründüğünden çok daha zorlu bir yönetmenlik başarısı sergiliyor. Timberlake ise muhteşem bir gösteri oyuncusu olduğunu kanıtlıyor.
The Little Prince (2016)
Yönetmen Mark Osborne, hakkında ne söylense az kalacak olan bir klasik çocuk kitabı olan Küçük Prensi beyazperdeye aktarmak için alışılmadık bir yöntem benimsiyor. Antoine de Saint – Exupery’nin tüm dünyada milyonlarca hayranı olan klasikleşmiş eserinin bu uyarlaması izleyicileri yazarın göz alıcı dünyasına davet ediyor. The Little Prince’ın merkezinde annesi tarafından yetişkinlerin dünyasına hazırlanmaya çalışılan bir kız çocuğu yer alıyor. Her adımını annesinin talimatlarına göre atan küçük kızın hayatı yaşlı komşuları Pilot ile tanışması ile değişiyor. Kitabın animasyona çevrilmesi sonucunda büyüklere masal özelliği korunmaya devam ediliyor. Her yaştan izleyiciye hitap eden The Little Prince mutlaka izlenmesi gereken filmler arasında yer alıyor.
13TH (2016)
Ava Duvernay’in belgeseli, ABD anayasasında yer alan 13.maddenin, geçmişten günümüze ülkedeki suç tanımı ve kölelik konusundaki etkilerine odaklanıyor. 13TH, Afro – Amerikalıların 13. Madde nedeniyle uğradıkları haksızlıkları ve bunlar karşısında giriştikleri çok etkileyici bir şekilde anlatıyor. Belgesel izleyenlerin dikkatini, ABD’nin kuruluşundan bu yana var olan ırkçılığın esasen farklı adlar altında ve görünüşte farklı sistemler içerisinde aynı şekilde devam ettirildiğine çekmeye çalışıyor. Ve insanlık tarihinin aslında sadece göstermelik değişikliklerden ibaret olduğunun altını çiziyor.
Mississippi Grind (2015)
Büyük bir maddi sıkıntı yaşayan kumarbaz Gerry ile genç poker oyuncusu Curtis’in ortaklığını ve büyük bir poker turnuvasına katılabilmek için çıktıkları yolculuğu konu alan filmin başrollerinde Ben Mendelsohn ve Ryan Reynolds yer alıyor. Gerry ile Curtis, film esnasında her tür insan ile karşılaşıp birbirleri hakkında her şeyi öğreniyorlar. Bir türlü kurtulamadıkları geçmişleri ile yüzleşirken diğer yandan da aralarında kurulması çok da mümkün görünmeyen bir dostluğun temellerini atıyorlar. Bağımlılık, dostluk, pişmanlık ve aile kavramlarını temeline alan film empati ve mizah öğeleri ile de süsleniyor ve izleyicisine keyifli saatler geçirtiyor.
Short Term 12 (2013)
Sorunlu gençlerin kaldığı bir merkezde çalışan Grace’in, merkeze yeni gelen kız çocuğu ile kurduğu duygusal bağ, kendi geçmişini sorgulamaya itiyor. Buna dayanarak karşındaki ile iletişim kurabilmenin en iyi yolunun belki de aynı acıyı paylaşmaktan geçtiğine dikkat çeken Short Term 12, normal şartlarda ajitasyona çok müsait olan bir hikayeyi kendi doğallığında anlatmayı başarıyor. Film düşük bütçesine ve çok sınırlı bir mekanda çekilmesine rağmen oyunculukları ve diyalogları ile duyguyu son derece iyi aktarıyor ve akıcı bir şekilde ilerliyor. Hikaye kurgusu ve dramatik yapısı son derece başarılı olan bu filmi kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.
Blue Valentine (2010)
Başrollerinde Ryan Gosling ile Michelle Williams’ın yer aldığı bu muhteşem filmin senaryosunu yazan Derek Cianfrance aynı zamanda yönetmenliğini de yapıyor. Filmin senaryosunu 11 yılda tamamlayan Cianfrance’nin, bazı sahneleri kafasında oturtamayıp oyuncuların fikirlerini alıp doğaçlama çekimler yaptığı da biliniyor. Blue Valentin’de evli bir çift olan Cindy ile Dean’in ilişkilerinin iki ayrı zamanını izliyoruz. Gerçek bir evlilikte yaşanması olası tüm sorunları bir tokat gibi izleyicisinin yüzüne çarpan Blue Valentine’da sıkıntılar çiftlerden birinin daha çok sevmesi etrafında gelişiyor. Birbirlerine duydukları aşkın fazlalığı iki zıt karakterin arasındaki çekişmelerin de şiddetlenmesine neden oluyor. Blue Valentine izleyicilerine net bir şekilde; kimiz zaman sevginin bitebileceğini, kimi zaman beklentilerin değişebileceğini ve bir evlilikte sadece aşkın yeterli olmayacağını surata atılan bir tokat sertliğinde anlatıyor.
Schindler’s List (1993)
Yahudi soykırımı konulu filmlerden biri olan Schindler’s List’in yönetmenliğini Steven Spielberg yapıyor. Polonya’da fabrikası bulunan ve Alman ordusunun bir destekçisi olan Oscar Schindler’in tavrı, Nazi şiddetine şahit oldukça değişiyor. Ve soykırım tehdidi altındaki binlerce Yahudi’yi fabrikasında çalıştırmak yolu ile soykırımdan kurtarıyor. İnsanlığın dinle, renkle, ırkla, cinsiyetle ilgili olmadığını ince mesajları ile anlatan Schindler’s List, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en etkileyici filmleri arasında yer alıyor. Film ayrıca soundtracki ile de beğenileri topluyor. Konunun gerçeklere dayanmasının yanı sıra kullanılan görüntüler ve müzikler filmin izleyici üzerindeki etkisini artırıyor. Sinema tarihinin bu kült filmi her sinemaseverin mutlaka izlemesi gereken filmler arasında yer alıyor.
Daughters Of The Dust (1992)
Orijinalinin yayınlanmasının üzerinden geçen 27 yıla rağmen hala en beğenilen filmler arasında yer alıyor. 1902 yılında geçen film, Amerika ana kıtasına uzak kalan Güney Carolina adasında yaşayan bir ailenin Amerika ana kıtasına geçişini anlatıyor. Judie Dash’ın yazıp yönettiği Daughters Of The Dust sinema eleştirmenlerince gizemli, efsanevi kimi zaman da rüya gibi bir film olarak değerlendiriliyor. Dash, John Barnes’ın etkileyici müziklerini son derece yerinde kullanarak toplumsal ve politik olayların etkilerini, din ve kendine özgü aile gelenekleriyle birleştiriyor. Ayrıca filmin önemli tarihi olayları, sembolik anlara dönüştürebilmesi Dash’ın sinemasal formunun yanı sıra filmin görüntü yönetmeni Arthur Jafa ile yaptığı ustaca çalışmanın da bir sonucu olarak değerlendiriliyor.
20th Century Women (2016)
1970’lerin Güney Californiasında geçen 20th Century Women; kadın, aile, zaman gibi kavramları dönemin bakış açısından uzaklaşmadan eğlenceli ve derin bir şekilde mercek altına alıyor. Ellili yaşlarının ortasında bekar bir anneyi temeline alan film sıcacık bir büyüme ve dostluk hikayesini beyazperdeye taşıyor. Duygu ve samimiyet yüklü film, güçlü oyuncu kadrosu ile de göz dolduruyor.
Rosemary’s Baby (1968)
Roman Polanski’nin Ira Levin’in romanından beyazperdeye uyarladığı Rosemary’s Baby, korku – gerilim türünün kült yapımları arasında sayılıyor. İlk bakışta muhteşem bir New York romantizmine tanık olacağınızı sanıyorsunuz: Yukarı Batı Yakası’nda geniş bir daire, muhteşem bir kadın ve onun yakışıklı aktör kocası, sabırsızlıkla beklenen bir bebek. Modern korku türünün dönüm noktalarından birisi olan kabul edilen filmde, Rosemary’nin kendisini şeytani bir tarikatın üyesi olduğundan şüphelenen komşuları nedeniyle yaşadığı kabus anlatılıyor. İsmi ile bile seyircisini ürpertmeyi başaran bu zamansız başyapıt, yönetmenin normal paranoya ve psikolojik şiddet temalarını mükemmel bir şekilde ele alması ile sinemanın gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyor.
The Kindergarten Teacher (2018)
Sanat tutkunu bir anaokulu öğretmeninin, eşsiz bir yeteceğe sahip olduğu öğrencisi ile arasındaki ilişkiyi anlatan The Kindergarten Teacher, bir çocuğun kaderini keşfetmekten bahsediyor. Konusu, yönetimi, oyunculukları, kostümleri ve makyajı ile son yıllarda yapılan en başarılı işlerden biri olan The Kindergarten Teacher izleyicilerde karakterleri sanki yıllardır tanıyormuş izlenimi uyandırıyor. Aynı zamanda toplumsal bir eleştiri de üstlenen film, toplumun sanata ve sanatçıya olan bakışını da yansıtıyor. Film final sahnesi ile de izleyicilere nefis bir ters köşe yapıyor.
Y Tu Mama También (2002)
İki genç delikanlı doğaçlama bir yolculuğa çıkıyor ve kendilerinden yaşça büyük son derece baştan çıkarıcı bir kadınla karşılaşıyor. Böyle değerlendirince 80’lerin komedi – seks filmlerinin kurgusuna benzediğini kabul etmek gerekiyor. Ancak, yönetmen Alfonso Cuaron bu hikayeyi, kısmen beklenmedik ama son derece etkileyici bir sınıfsal ve siyasal mücadele objektifi ile çerçeveleyerek bambaşka bir boyuta taşıyor. Bununla birlikte filmi aileleri ile birlikte izlemek isteyenler için oldukça cesur sahneler barındırdığını da belirtmek istiyoruz.
Raging Bull (1980)
Orta siklet şampiyona Jake La Motta’nın otobiyografisinde sergilediği fiziksel ve psikolojik olarak cezalandırıcı performansı ile Robert De Niro, ikinci Akademi Ödülü’nü kazanmıştı. La Motta’nın şampiyonluktan bar komedyenliğine kadar uzanan ve kendi ağzından anlattığı hikaye Martin Scorsese’in siyah – beyaz olarak beyazperdeye aktardığı efsanevi yapıtları arasında yer alıyor. Filmde tek renkli sahnelerin, eski mutlu aile anılarına dair günler olması izleyicinin dikkatini çekiyor. Filmde toplamda çok kısa süre yer alan boks sahneleri yönetmenin eşsiz dehası sayesinde çok kısa ancak çok etkili sahneler olarak yaratılmış olup izleyicide filmin büyük kısmının ringlerde geçtiği izlenimini uyandırıyor. Raging Bull aynı zamanda insanın ilkel içgüdülerinin altını da şiddet içerikli bir anlatım ile çizmeyi deniyor.
22 July (2018)
Paul Greengrass’ın yönetmenliğindeki film, Anders Behring Blevik’in tek başına planladığı ve gerçekleştirdiği ve 77 kişinin ölümü ile sonuçlanan 22 Temmuz 2011 tarihli katliamı konu ediniyor. Norveç gençlik kampına yapılan terör saldırısını anlatan film, sahnelerinin gerçekçiliği ile dikkat çekiyor. Norveç işçi partisini ve anti faşist kültürü de farklı bir bakış açısı ile son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor. Irkçılığı tedavisi olmayan bir hastalık olarak tanımlayan 22 July her şeyin aşırısının kötü olduğunun altını çiziyor.
Mudbound (2017)
Hillary Jordan’ın aynı isimli romanından uyarlanan Mudbound, insanların ten renklerine göre sınıflandırılmasının saçmalığı üzerine vurucu mesajlar veriyor. Hikayesi, akışı ve görüntüleri ile gayet başarılı bulunan film, 2.Dünya Savaşı’nın ABD’deki ırkçılık üzerindeki etkisini pek çok yönü ile gözler önüne sermeyi tercih ediyor. Görsel açıdan değerlendirildiğinde filmin her bir karesinin bir kartpostal güzelliğinde olduğu görülebiliyor. Savaştan önceki ve sonraki dönemleri ırkçılık kapsamında değerlendiren Mudbound, hem siyahların hem beyazların bakış açısını aktarırken dönemin ahlaki çarpıklığını da sert bir şekilde izleyicinin yüzüne vuruyor. Şimdiye kadar pek çok örneği bulunan ve klişe sayılabilecek bir konuda çekilen bu filmin beğenilmesindeki en büyük etkenin de yönetmenin bakış açısı olduğunu belirtmek gerekiyor.
Rocky (1976)
Rocky Balboa, yoksul ve pek de kimsesi olmayan genç bir boksör olarak, hayatının fırsatını yakalıyor. Ve Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu Apollo Creed ile bir maç şansı elde ediyor. Tüm zamanların en ironik karakterlerinden ve filmlerinden biri olarak kabul edilen Rocky, bu genç boksörün dünya şampiyona karşısında bir maç kazanabilme ihtimalini milyonlarca kişinin ilham alacağı bir film haline getirebildiği için yıllardır izlenmeye devam ediyor. Slyvester Stallone’nin sadece üç günde yazdığı Rocky aynı zamanda çok temiz bir aşk hikayesine de yer veriyor. Ardından bir seriye dönüşen bu film, izleyiciye kendisini Rocky’nin yanındaymış ve sanki onunla birlikte mücadele ediyormuş gibi hissettiriyor. Ayrıntılarında dönemin yaşam tarzına ilişkin ipuçlarından toplumsal mesajlara hatta o dönemlerde etkisini yeni yeni artırmaya başlayan medya ve reklam sektörüne dair örneklere kadar pek çok şey barındıran Rocky, gelmiş geçmiş tüm zamanların en çok sevilen ve en çok izlenen filmlerinden biri olmaya devam ediyor.
Winter’s Bone (2010)
Debra Granik’in yönetmenliğini yaptığı film, 2010 Sundance Film Festivali Büyük Jüri Ödülü ile Waldo Salt Senaryo Ödülü’ne sahip bulunuyor. Hasta annesine ve iki küçük kardeşine bakmak zorunda olan genç bir kızın bir yandan da kayıp olan babasını arayışının mücadelesinin anlatıldığı Winter’s Bone, baştan sona kendini izletmeyi başarıyor. Yönetmenin kullandığı teknikler sayesinde izleyici bir film izlediğini unutuyor ve kendisini sanki bu ailenin küçük ve acımasız dünyasının içerisinde buluyor. Film, anlatmak istediklerini sade ve akıcı bir şekilde dile getirebiliyor. Müzikleri de çok başarılı olan Winter’s Bone, yaşamak zorunda kaldığı zorluklarla dolu hayat nedeni ile erken yaşta olgunlaşmak zorunda kalan genç bir kızın mücadelesini ve bu esnada karşısına çıkan insanların ne kadar acımasız olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca film hayatın adil olmadığının ve bazı insanların hayatlarının bir başkasının fedakarlığına bağlı olduğunun da altını incelikle çizerken izleyicileri kendi hayatlarını sorgulamaya itiyor.
American Psycho (2000)
Manhattan’lı iş adamı Patr,ck Bateman’ın seri katil hikayesini anlatan film, konusunu Bret Easton Ellis’in 1991 tarihli romanından alıyor. İzleyici çok kişi tarafından mükemmeliyetçi olarak adlandırılacak bir hayat yaşayan zengin, başarılı ve takıntılı Bateman’ın seri cinayetle işleyen biri haline gelmesine tanıklık ediyor. İçerik olarak son derece rahatsız olan film bunu izleyiciye yansıtma konusunda da büyük bir başarı sergiliyor ve amacına ulaşıyor. Final sahnesi ile izleyicisi düşünmeye sevk eden film, Amerikan kapitalizmine de alttan alta sert eleştiriler yöneltiyor. Görüntü ve oyunculuk bakımından da oldukça başarılı olan American Psycho, Chiristian Bale’in müthiş oyunculuğunun da etkisi ile insanların toplumda kendilerini ifade etme şekillerindeki vahşiliğini, hırslarının kontrolsüz büyüklüğünü ve bunların insan psikolojisini hangi karanlık noktalara sürükleyebileceğini can alıcı bir şekilde anlatıyor.
Okja (2017)
Joon – Ho Bong’un yönettiği filmin başrollerini Tilda Swinton, Jake Gyllenhaal, Kelly Macdonald, Paul Dano ve Giancarlo Esposito üstleniyor. Bilim – kurgu türündeki Okja, küçük bir kızın en yakın arkadaşı olarak nitelendirdiği bir canavarı çok uluslu bir şirketten koruyabilmek için verdiği mücadeleye odaklanıyor. Et tüketimi konusunda gerçekleri gözler önüne seren Okja az aksiyon ve kararında drama unsuru içeren izlemesi keyifli bir film olarak değerlendiriliyor. Güney Kore sinemasının en önemli üç yönetmeninden biri olan John – Ho Bong, son derece çarpıcı bir fikri, hiciv içeren mizansenlerle destekliyor. Kapitalizme ve et endüstrisine karşı yerinde eleştirilerde bulunan Okja; mezbahaları, hayvana karşı şiddeti ve rast – food endüstrisine oklarını yöneltmekten de geri kalmıyor.
Philadelphia (1993)
Eşcinsel, işinde çok başarılı ve AIDS virüsü taşıyan bir avukat, geçerli bir sebep olmadan hukuk bürosundaki işinden çıkartılıyor. Bunun üzerine şirketinin ve patronunun aleyhine dava açmaya karar veriyor. Bu filmin Philadephia’da yapılmasının nedeninin, ABD’de en fazla eşcinselin ve en fazla AIDS hastasının burada yaşaması olduğu biliniyor. Tom Hanks’in harika oyunculuğunun yanı sıra verilen hukuk mücadelesi, yaşanan dibe vurma öyküsüne rağmen hayata karşı gösterilen bağlılık Philadephia’nın sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmesinde büyük rol oynuyor. Tom Hanks’e ilk Oscar ödülünü kazandıran bu filmde Denzel Washington da performansı ile göz dolduruyor.
Mystic River (2003)
Dennis Lehane’in romanından sinemaya uyarlanan filmin yönetmenliğini Clint Eastwood üstleniyor. Çocukluklarında yaşadıkları bir trajedi ile birbirine bağlanan üç çocukluk arkadaşı, 25 yıl sonra içlerinden bir tanesinin kızının esrarengiz ölümü üzerine yeniden bir araya geliyorlar. Reji ve oyunculuk yönünden oldukça tatmin edici olan Mystic River karanlık olmasına rağmen izleyiciyi sıkmadan kendini izletmeyi başarıyor. Film başlangıcından sonuna kadar izleyicisini diken üstünde tutuyor. Filmin genelinde diyalogların akıcı olmaktansa etkili cümlelerle şekillendirildiği ve duyguların anlatılmasında çoğunlukla yüz ifadelerinin tercih edildiği görülüyor. Mystic River, çocuklukta yaşadıklarımızın hayatımızın geri kalanı üzerinde ne kadar büyük etkilere sahip olduğunu göstermesi açısından bile defalarca izlenilmeyi hak ediyor.
Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000)
Yönetmen Ang Lee’nin yönetmenliğindeki Crouching Tiger, Hidden Dragon koreografisi, sinematografisi ve sekansları ile göz dolduruyor. Çin İmparatorluğu zamanında çalınan değerli bir kılıcın ve azılı bir kaçağın peşindeki iki cesur savaşçının hikayesini konu alan film, Uzakdoğu kültürünü ve bu kültüre ait bazı değerleri tamamen yerinde yansıtıyor. Ayrıca film, sinema tarihinin en uzun flashbacklerinden birine de yer veriyor. Filmin dövüş koreografilerini bir efsane olarak nitelendirilen Yuen Woo – Ping’e ait olup filmin müziklerini yapan Tan Dun dövüş sahnelerine eşlik eden müziklerin, olaya müzilkalite katıp izleyicide dans hissinin uyanmasına katkı sağlıyor.
The Game (1997)
Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen David Fincher’ın üçüncü uzun metrajlı filmi olan The Game’in başrollerinde Michael Douglas, Sean Penn ve Deborah Kara Unger yer alıyor. Babasının genç yaştaki intiharının etkilerinin hala üzerinden atamayan ve bir kontrol manyağı olan Nicholas Van Orton’un çevresinde şekilleniyor. Nicholas’ın gamsız ve vurdumduymaz kardeşi Conrad’ın abisine doğum gününde verdiği hediye sonrasında Nicholas’ın kontrollü hayatı bir anda ölüm kalım mücadelesi halini alıyor. Film başından sonuna kadar temposunu koruyor ve izleyicinin adeta nefesini kesiyor. Giderek artan geriliminin yanı sıra izleyicinin tahminlerini boşa çıkaran ilerleyişi de filmin izleyici üzerindeki etkisini artırıyor. Filmin genelinde hissedilen gizemli havada müziklerin de büyük etkisi olduğunu belirtmeden geçmek istemiyoruz. The Game, hayatta kalma içgüdüsü ile insanların neler yapabileceğine dair gerçekleri izleyicisinin suratına bir tokat gibi çarpmaktan da kaçınmıyor.
Superbad (2007)
Klasik Amerikan lise filmlerinden biri gibi başlayan Superbad, liseden mezun olmasına sayılı zaman kalan asosyal iki gencin hikayesine komik bir perspektifle yaklaşıyor. Klasik gençlik filmlerinden farklı olarak geleneksel lise hiyerarşisine sahip olmayan film samimi ve abartıdan uzak senaryosu ile dikkat çekiyor. Son yılların Amerikan gençlik komedileri arasında kendisine çok farklı bir yer edinmeyi başaran Superbad, izleyicilerine kahkaha dolu dakikalar geçirtmeyi garanti ediyor.
Kaynak Link: https://www.nytimes.com/interactive/2019/arts/television/best-movies-on-netflix.html